21 Mart 2020 Cumartesi

KEŞKE...


 WORLG ile ilgili görsel sonucu

Tam bir hafta oldu!
Marketten başka hiç bir yere gitmedim.
Kapı eşiğinde komşularımızdan başka kimseyle görüşmedim.


Hayatın inzivaya çekildiğini düşünmeyi öyle çok isterdim ki şu anda. Oysa sosyal medyadan prim yapma çabaları tüm hızıyla devam ediyor. İnsanlara gerçekten moral vermek isteyenleri kastetmiyorum. Hani şu amaçsızca evinde, elinde kahvesiyle, sözde, hayatın anlamını arayanlardan bahsediyorum. Keşke gerçekten hayatın anlamını bulabilseler... Ya da hayatın onlara ne demek istediğini anlasalar...

Daha az karbon salındığından mıdır, yoksa çoğu insan sokakta olmadığından mı?
Penceremi açıp bakınca sanki hayatın renkleri değişti.
Doğa ana, insanoğlunun toprağında daha az tepindiği güzel bir tatili çoktan haketmişti.

Bu korona meselesi evimizin içine girer girmez başladık kaynamaya... Telefonuma düşen komplo teorilerini listelemek istesem, sanırım epey uzun bir liste olur. Zaten bir kısmını da biliyosunuz. Ama birkaç günün sonunda benimde sözde insan beynimin katıldığı güruhtan kendimi geri çekerek, şunu düşünmeye başladım:

Nedir bu; insanoğlunun kendini bu kadaaaar önemli sanması?

Neymiş, terör saldırısı olabilirmiş, anarşist bilim insanları birleşip tüm devletlere savaş açmışmış, yok efendim şu devlet yapmış ama önünü alamamış, falanca devletler sistem değiştiriyormuş, yoook, aslında tüm zenginler bir araya gelmiş sistemi değiştiriyormuş, sosyal deneymiş, mış, muş, müş...

Belki de sadece doğanın isyanıdır bu! Ya da insanoğlunun, bana bir şey olmaz, vurdum duymazlığında can çekişmesi, sözde en akıllı yaratık olmanın faturasıdır belki tüm bu olanlar..

Her gün vızır vızır uçaklarla, otobüslerle, tek başına binilen uçaktan bozma tırdan yontma şahsi arabalarla her gün mahvettiğiniz doğanın, hayatın, ilahi gücün bize kestiği faturadır evde oturmak.

Böylece evlere, kafeslere, barınaklara ve bilimum yerlere kapattığımız her bir canın, köle gibi çalıştırdığımız, sömürdüğümüz, yemek için üretip hunharca katlettiğimiz canların vebalini ödüyoruzdur belki de hep birlikte...

Amaçsızca yolduğumuz, anlık mutluluklarımız için ekip sonrada biçtiğimiz çiçeklerdi belki de bizim artık durmamız için isyan edenler ve biz "bitkiler, hissetmezler." diye naralar atarken kafamızın içindeki onca asfalt ve inşaat gürültüsünden duyamıyorduk belki de onları.

İnsanlığımızı unutup, bir kap yemeği yetiremediğimiz, bölüşemediğimiz, aldığımız onca kiloya rağmen " Amaaan ölümlü dünya, yiyeceğim, daha çok yiyeceğim." düsturuyla kendi türünü düşünmeyen, aldıkça alan, aldıkça alan, istiflemekten keyif alan, indirimleri kovalayıp bir daha alan ama bir kere bile " Buna gerçekten ihtiyacım var mı?" sorusunu sormayı alışkanlık haline getirmeyi aklına getirmemiş, nefsini unutmuş, insanlığını, verdiği sadakalarla, fitrelerle ve bağışlarla tanımlamış olmanın cezasıdır belki de bu.

Bu birkaç hafta bize keşke öğretse, paylaşmayı, komşularımıza, sokakta gördüğümüz insanlara bir merhaba demeyi, ihtiyacımız kadar tüketmeyi ve hatta birazda olsa üretmeyi, tüm canlıları sevmeyi, korumayı, daha az şeyle yetinebilmeyi. Daha çok okumayı mesela, okuduklarımızı yazmayı, anlatmayı, konuşmayı ve dinlemeyi birbirimizi... Öğretse keşke, daha temiz olmayı bize..

Sadece ellerimizi yıkamakla, temiz olunmayacağını öğrenebilsek keşke...
Bir ağaca sarılmayı, bir kedinin ya da köpeğin başını okşamayı, kuşların sesini, çiçeklerin kokusunu, çimlere uzanmayı, çocuk gülüşlerini sokaklarda, gürüldeyen suları, yağmurları, ilk kar yağdığında havadaki ferahlığı... Keşke, birkaç haftada insanlar tüm bunlara duyacakları özlemleri kalplerine, ruhlarına dövme yapsalar ve asla unutmasalar...

Keşke o betondan evlerde bir çerçeveden görülen dünyanın, bir yerlerde hapsedilen, hayatı çalınan hem cinslerinin tüm hayatı olabileceğini idrak etseler... Keşke daha çok insana, sadece maddi değil manevi de yardım etseler...

Keşke gerçekten de şu dünyanın sistemini değiştirse korona...

Keşke daha az ile yetinebilen, daha çok değerleri olan İNSANLAR olabilsek...

Yine de umutlu olmalı. Bütün bunları bir arada göremesek bile, içimdeki umut bir yerlerde birilerinin değişeceğini söylüyor.


Öneri bir şarkı: Hey gidi koca DÜNYA , Ben Mehmet Erdem'den dinliyorum, Akustikhane'den ;)

5 Ocak 2019 Cumartesi

SNOW GLOBE



It is snowing…

I feel as in the snow globe when I am walking with each snowflake which has unique shapes…

Everywhere is white, and I am taking deeply breath …

Hhhmmm…

 My lungs are full of oxygen. My eyes are closing slowly; but still I can feel the light that everywhere is white… And I stopped in the middle of the street… No one or everyone is looking at me. How I am happy…

The unique snowflake is touching my cheeks, my chin, my nose, my eyes and my lips… As a lover … They know that touching means melting away... But this is the love of the nature to humanity: although it is aware of everything, even so it is fighting to born, giving a chance to humans living together.

As it says that I can see, I can feel, I am with you.

In the middle of all of the thoughts, I am in the bosom of the nature… It is warm, peaceful, familiar… 

And we belong to each other.




Resource of photo: https://tr.pinterest.com/pin/67342956908553144/

23 Aralık 2018 Pazar

Why am I the little red fish?



Before to give any hope to you, I want to explain why I am the little red fish…

Many years ago I met with the little black fish which was written by an Iranian writer Samed Behrengi.

Shortly, the black fish couldn’t sleep night after night and at last, it decided to travel around the world and find where the stream ends. During its adventure, it swam down the waterfall, grappled with water, met with thousands of tadpoles, a frog, a crab, a lizard and lots of things…

But one day the black fish and its friends had been caught in the pelican's pouch. The black fish made a plan and saved its friends. After the last fish escaped from the pelican’s pouch

“Suddenly, he saw the heron twist and turn and cries out. Then she began to beat her wings and fell down. She splashed into the water. She beat her wings again, and then all movement stopped. But there was no sign of Little Black Fish, and since that time, nothing has been heard.”

Finally, the old fish finished her tale and all little fishes except one went to sleep.

“But try as she might, a little red fish couldn't get to sleep. All night long she thought about the sea ...”

I am that Little Red Fish: And it’s my turn to discover the seas.

***

So I will try to tell some stories from my eyes; how I see the earth, life and other things.. Sometimes I will share my happiness, hopes or other good feelings, but sometimes my words will be so sorry…

If you are ready to be in an adventure with me, just find your colour…

Food Not: If you never heard or read this story, you can find the story in this link: https://cmes.arizona.edu/sites/cmes.arizona.edu/files/e.%20The%20Little%20Black%20Fish%20-%20story.pdf (accessed date: 23.12.2018)


22 Ekim 2018 Pazartesi

15 Nisan 2018 Pazar

:)



Gün batımının sessizliğini yırtarken bir martı, kanatlarına yüklediği rüzgarı bırakmıştı dalgalara...
Köpük köpük dalgaların iyot kokusuyla sevişip girmişti rüzgarın kokusu içeri...
Pencere pervazından kıskançlıkla sarkan perdelerin hüznüydü aslında kırılan fincanın kulbundaki kahve lekesi ve kızarmış gözlerinin asıl sebebi hapşırığında renk bezeli çiçek polenleriydi.

Bahar, tüm albenisini ardına katıp büyük bir kasırgayı resmetmişti bu salonun ortasına...

Oysa birkaç dakika öncesine kadar fonda hafif bir müzikle meşk eden kahve kokusunda kaybolmuştu. Kirpiklerin her biri gün bitmeden bu kadar uzun kavuşmuş olma mucizesiyle mayhoştu ve çıplak ayaklarındaki serinlik bulutlarda yüklü enerjiydi. Yağmurla birlikte gürleyerek bir o yana bir bu yana gidip geliyorlardı. Kah havada kah yerde hayal çarkını döndürüyorlardı.

Taa ki bir damla tuz şakaklarından gürleyip şelaleyle yarışan bir kuş misali kendini göğüs kafesine bırakana dek...

İşte tam o zamandı; martı çığlığıyla dalgaları yüklenip bir fincan kahvenin koyu rengiyle bahar sesinin müziği susturduğu an.

Hiçbir coğrafyanın kahve kokusu kesemiyordu iyotun kokusunu ve hiçbir insanoğlunun sesi çıkamıyordu tize bir martı kadar...

Hiçbir aşk rüzgar kadar hoyrat olamazdı o ipek perdelere...

Belki bir an, belki bir ömürdü baharın gelişi...

Ancak gözyaşının sebebi sadece birkaç çiçek poleniydi...

24 Kasım 2017 Cuma

MOLA



Bu sabah erkenden kalkıp bir süre durdum.
Öylece, hiçbir şey yapmadan, sadece nefes alarak oturdum bir köşede ve nefesimi dinledim.

Hani zor anlarında “İnsanın yanında bir nefes olsun, yeter!” derler ya. İşte ben de bana nefes oldum.

Hayat aksın dursun, ben biraz mola vereyim istedim.
Spor yapar gibi.
Hedef yok, yarışmak yok.
Herkes kendiyle baş başa, isteyen istediği hızda koşar, yüzer, istediğinde yavaşlar ya da durur.

İşte, hayatın içinde nefes nefese koşup dururken ben de durdum.
Öylece, kimseye kulak asmadan.

Kapadım gözlerimi, kulaklarımı, düşüncelerime ve nefesime izin verdim.
O düşüncelerde bir kediyi sevdim.
Sonra bir insanı sevdim.
Bir kitabı; hiç yazılmamış, bende saklı bir kitabı…
 En son da bir müziğe, kalbimle nefesimin birlikte hazırladıkları sadece bana ait olan eşsiz melodiye kulak verdim.

Size söyleyebileceğim şey: Mola verin. 

Yorulan kalbinizin atışlarına ve nefesinizdeki melodiye kulak vermek için.
Bir es verin şarkılarınıza...
Bir lokmayı yutar gibi durun: Çiğnediğiniz kadar yutun hayatın lokmalarını.
Fırından yeni çıkmış tarçınlı kekin damağınıza bıraktığı hafif acı ama bir o kadar zarif ve kadifemsi tadını, ağzınızdaki yumuşak dansını hisseder gibi. Yavaşça çiğneyin kalan son lokmayı ve bir sonrakine tadına vara vara hazırlanın. Acı ama bir o kadar da tatlı hayatı acelesiz karşılayın. Koklayarak kucaklayın onu. 

Bir mola verin kendinize.
Güzel bir tadı, güzel bir kokuyu duyduğunuzda durup “ mmm” der gibi.
Durun ve hissedin.
Bırakın, aksın zaman.
Bırakın kaçsın otobüs, soğuk bir kış günü. Durun ve tüm yaz özlem duyduğunuz, hayalini kurduğunuz o soğuk rüzgarın tadını çıkarın. Saçlarınızın dağılmasına, burnunuzun kızarmasına birazcık müsaade edin.

Bırakın dinlensin bedeniniz, kalbiniz, ruhunuz, zihniniz.

Kendinize bir mola verin.


Sonra derin bir nefes alıp yeniden başlayın hayatla birlikte akmaya, koşmaya, zaman zaman boğuşmaya.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Dirseklerimde Yaralarım, Çürük Çarık Ayaklarım Ve Ölesiye Mutluluklarım


Dün gibi anımsıyorum; oyunun en güzel yerinde topumuzun yorulup araba altlarına, komşu evlerin damlarına saklandığı günleri.

Kan ter içinde, sırf bizimle yeniden oynasınlar, oyunumuza gelsinler diye üstümüz başımız çamur içinde araba altlarında debelenişimiz…

Çoğunun fıs diye sönüverişi…
Katil arabalara suç buluşumuz,
 Daracık sokaklara koca hayalleri sığdırışımız,
Avaz avaz bağrışımız…

Ve annemin ismimi anışı.

Ne kadar da güzeldi anılarım; bir kahve dükkânının kenar süsü olan o kırmızı çaydanlığın içinde!
Ne çoktu, yoğurt kaplarında çiçekler.
Ne güzeldi benim yaralı bereli dizlerim.
Çırpı bacaklarımla nasılda ebelenmezdim!

Büyüklerin koca yalanlarına inat ne kadarda temizdi bizim minicik bedenlerimizi perde arkalarına saklayıp ayaklarımızı unutuşumuz. Ayaklarımızın bizi ele verişleri…

Bir anda çizgi filmimden heyecanla ayrılıp sokaklara koşuvermeyi ne çok isterdim şimdi…

Çağırmaz ki kimse beni artık; gel, oynayalım, diye.
Büyüdük artık, yakışmaz bize!
Hem komşu teyzelerde yok artık evde.
Ton ton amca gitti ebediyete…

Zaten 90’lar geçeli de epey oldu.
Sokaklar, oyuncaklar…
İnanmazsın ama arabalar bile değişti: Artık topları öldürmüyorlar.

Çünkü artık top oynamıyor çocuklar!