17 Mayıs 2014 Cumartesi

SEMBOLLER

Bazen anlatmak istediklerim için kelimelerim yetmiyor, görebiliyorum. Belki de bir musibet bin nasihatten iyi olduğu içindir, bunu da görebiliyorum. Son birkaç gündür twitterda ve facebookta öyle çok insan semboller yüzünden sinirlendi ki dayanamadım ve açtım bir sayfa,yazıyorum. Kendi yaşadıklarımdan örnek vererek başlamak istiyorum:

İki gün kadar önce uzun zamandır bir araya gelemediğim yerli, yabancı arkadaşlarım ve yeni bir insanla sohbet etmek, paylaşmak ve hatta bu yolla bilgi dağarcığımı genişletmek istemem üzerine bir yerlerde oturduk. Gittiğimiz pek çok yerde müzik yoktu. Sorulduğunda maden işçilerinin ölümünden dolayı yas tutulduğunu müzik çalınmadığını söyledim. Daha sonra masamıza oturan başka arkadaşlarla şunun tartışmasına girdik, müziğin olmaması bir saygı mı?

Tartışmamız bir sonuca varmadı benim için. Bahsettiğim; bu tür şeylerin her birinin birer sembol olduğuydu. Müzik çalmamasına rağmen birileri yan masamızda doğum günü kutlayabiliyordu. Yargılamıyorum, birileri üzülürken birileri mutlu olur. Hayat böyle bir şey değil mi zaten.

 Sembollerle yaşıyoruz ve bunlarla yaşamaya dayatılıyoruz. Neden mi? Çünkü bunlar ahlak kuralları, dini öğretiler, yasalar kanunlar, ..lar, …lar, ..lar. Kısacası uymakla mükellef bırakıldığımız diziler. Aslında bir topluluk bünyesinde yaşıyorsanız özgürlükleriniz kurallarla ve bu da her bir bireyin özgürlüğünün diğerinin özgürlüğünün başladığı noktada bitmesiyle doğru orantılıdır.

Facebookta resimlerimizi değiştiriyoruz, sanki değiştirmeyenlerden daha çok üzülür gibi. Bende bir aralar değiştiriyordum ama artık bıraktım. Niye mi? Çünkü ülkemde olan her şeye duyduğum derin üzüntü nedeniyle bundan böyle hep simsiyah yapmalıyım facebook fotoğrafımı. Bu ülkede her gün birilerinin ölümüne, acısına göz yumuluyor. Peki, benim bunu yapmam kendimi rahatlatmaktan ya da hatırlamamı kolaylaştırmaktan başka bir işe yarayabilir mi? Belki. Ama emin olun başkaca insanlar ancak kendileri isterlerse görecektir ve hatırlayacaktır. Bu noktada makinesi kırılmadan önce benim gibi fotoğraf çeken birinin en derin anlamıyla gözlerine siyah bant çekmesi ne kadar doğru olabilir ki.

Her 25 Haziran’da, 10 Kasım’da, 28 Eylül’de, temmuzda, ağustosta… Siyah giydim. Ne ölülerim geri geldi, ne de geçtiğimiz haziranda siyah giymediğim için bana dünyaya farklı bakmamı öğreten adamı unuttum.

Yastayız demek için, radyoları, televizyonları kapatıyor, ensturmanlarımızı, sahne kostümlerimizi bir süreliğine bir kenara koyuyoruz. Sanki her melodi bizi eğlendiriyor, her sahneye çıkan komedi oynuyormuş gibi. Daha da genel bakarsak olaylara ezan okunurken de müzik dinlemiyoruz, günahtır, saygısızlıktır diye. Ölümlerin ardından düğünlerimizi acımız dinip, gözyaşlarımız kuruyana dek erteliyoruz.

Oysa o düğün ne zaman yapılırsa yapılsın yine de bir şey eksik oluyor. Yaşasaydılarla başlayan cümlelerle teselli ediliyor ve o cümlelerle teselli bulmaya çalışıyoruz. Namaza bir çağrı olan ezanın okunuşunda müziğin neden kapatıldığı alt metnini okumadan yargılıyoruz, bunu yaparken de teknoloji çağında yaşadığımızı unutuyoruz. Sembollerde kayboluyoruz bazen. 

Siyah yasın rengi! Ben kabul etmiyorum. Birileri öyle dedi diye uymakta istemiyorum ama bu toplumsal bir ahlak kuralı, cenazeye şıkşıkıdım gidemezsiniz. Bu cenaze sahibine karşı saygısızlıktır. Onun benim üzerimdekileri o acıyla görüp, algıladığını pek sanmasam da buna saygı duymalıyım. Fakat bu kültürel bir öğreti. Bildiğiniz üzere bazı toplumlarda cenaze törenleri düğün havasında olur. İnançlarına göre ölen yeni bir hayata doğmuştur ve bu kutlanmalıdır.

Ölüm! Her ölümde çoğunlukla insanlar kendi kayıpları için ağlarlar. Giden kişi olmadan nasıl yaşayacağımız meçhulüyle bir anda yüzleşmiş olmak bizi büyük bir elem ve kedere sevk eder. Hani elim kolum yok gibi, bir parçam gitti gibi denir ya… İşte kendi kayıplarımızadır o gözyaşları… Ya da…Ya da acımız, gözyaşımız, öfkemiz tıpkı Soma’da, Van’da, Gezi’de, 1986’da Çernobil’de, 2. Dünya Savaşında Almanya’da, Nagazaki’de, Vietnem’da, Kore’de yani her yerde bir şekilde yapılan büyük haksızlıklara, sorumsuzluklara, insana duyulmamış saygısızlıklaradır. Bu müzikle, tiyatroyla, dizilerin, eğlence programlarının olup olmamasıyla çokta ilgili değildir.

Aksine türküler yapılmalıdır, şiirler yazılmalıdır, oyunlar oynanmalı, filmleri çekilmelidir tüm bunların. Gelecek için, unutmamak, unutturmamak için.

Saygısızlık insanların hislerini yok saymakla olan şeylerdir. Bir kardeşin, oğlun, babanın, ananın feryadı kaybınadır, ister yuh der, ister defol der. Acılı bir halka tokat atmak, onurlu bir davranış değildir. Asıl onun tokadını yeme nezaketini göstermek yüceltecektir. Öfkeyle yerinden kalkmış insanların acıyla yanan kalplerini Toma’nın suyuyla söndürmeye çalışmak onları ve hislerini küçümsemekten başka bir şey değildir. Ölmüş canlar üzerinden şov yapmak, reyting toplamak habercilik değildir. Bende Somaya gidip ailelerin acılarını paylaşabilirim. Her ananın, babanın, evladın, kardeşin acısı, öfkesi hemen hemen aynıdır. Mühim olan sorumlularla konuşabilmek, süreci gerek hukuki gerek siyasi takip edebilmektir.

İki gün sonra işlerine geri dönen insanların kapitalist sistem dâhilinde büyük bir para kaynağı olmuş eğlence sektöründe çalışıyor olmaları inanın yapılabilecek en büyük saygısızlık değildir.

Dileğim bu yazımdan sonra sembollerinizi ve sembolleştirilmek istenen içi boş fikirleri sorgulamanız yönündedir.

Teşekkürler…


5 Mayıs 2014 Pazartesi

KADIN+ERKEK≠ AŞK



“Günün birinde bir erkek kalbinin çölünde bir serap gördüm. Serap yağmur duasına dönüştü zamanla, dua deryaya. Böylece doldurdum kumu balıklarla. Seraptan da duadan da yorulduğum zamanlarda adam döndü bir deniz-mezarlığa. Balıklar çırpınmadan bir anda öldü. Ve gördüm ki ben, yine aynı adamda yeniden icat edebiliyorum suyu, yeniden serap, yeniden derya ve yine dolduruyorum balıklarla bir adamın çölünü. Bütün aşklar budur. Aşk, kadınlar yorulunca biter. Kadınlar bir adamı değil, bir mezarlığı terk eder. “  [1]

Kadın-erkek meselesi ne sanıldığı kadar girift ne de aksine basit bir mesele. Nitekim aşkta öyle... İkisinin de daha asırlarca ömrü var konuşulmak için. Yazılmak, düşünülmek ve tartışılmak için… Ve en çokta okunmak için… Üstte yazılan paragraf bana ait değil ama bu öyle düşünmüyorum demekte değil. Çünkü bende bir kadınım ve bu, benimde meselem. Ve evet, kadınlar yorulunca aşk biter, kumdan kaleler yıkılır gider.
Elbette ki erkekte insan, o da çok ama çok seviyor kadını. Hatta kimisi şaşılası duygularla severken bir kadını, gözlerindeki ferde kadının aksini bile öyle büyütüyor ki ferin ışığıyla kör oluyor da bana mısın demiyor. Ama şu var; kadın ne zaman ki feri kalbiyle gölgede bırakıp gidecek oluyor, sevmiyor, olmuyor, yapamıyor, değişiyor ve değişmek istiyor ait olan kalplerle… İşte o zaman kötü oluyor. Fettan oluyor, duygularla bir oyuncak gibi oynuyor. En kötüsü de değişirken bir adam uğruna, adamı öyle kabul etmediği için suçlanıyor. O güzellik erkek nezdinde böylece lanetleniyor.
Yalan değil tabii, fettan kadın da var, tıpkı gazoza ilaç atan kötü adamlar gibi. Ama meselemiz de onlara şimdilik yer yok. Yoksa daha da çıkamayız işin içinden.
Ne diyordum?
Hahh..
Aşk mı karışık bir konu kadın- erkek mi? İkisi de seçeneği bugünün doğru cevabı.
Peki, yuvayı gerçekten dişi kuş mu yapar? Bunun cevabı da genellikle evet.
İşte bundandır aslında kadın bitti dedi mi, yuva yıkılır. Çünkü o güne değin ne sulanacak çiçekleri kalmıştır pencere önünde, ne de ısıtılacak bir yüreği… Hepsi tek tek kırılmıştır; saksısında çiçekleri, kaburgalarında kalbi uzunca bir süre direnmiştir ama… Sonunda kadın erkeğin haberi (çoğunlukla) olmadan gitmiştir.
Erkekse bu direnişi görmemiştir. Kadınıdır, çiçeğidir, onundur oradaki. Hep çiçek açmıştır ama bir gün bile nasıl diye sormamıştır. Bu değirmenin suyu nereden gelir hiç merak etmemiştir ya da belki göreceği sevgiden korkmuştur. Olmuştur nihayetinde böyle şeyler. Trip deyip çekilmeyen fazladan suratsızlıklar iki çift tatlı sözü beklerken çok seven erkeğin kalbi oracıkta mıhlanmıştır da diyememiştir iki çift sözü. Olmuştur. Ve en kötüsü de gitme diyememiştir kadınına deli gibi severken. Tüm dünyayı ayakları altında ezerken kadını için gururunu ezememiştir.
Evet, hikâyede kadın gitmiştir, direnmiştir, güçlenmiştir, erkek pespaye… Kadını gitmiştir, annesinden sonra pantolonunu ütüleyen, yemeğini yapan, evine, işine, eşine yetebilen o şahane yaratık yoktur. Çok sorun değildir belki de. Ama artık pantolonlar çift çizgi, sofralar tek çeşit, baharatsız yemekle dolmuştur çoğunlukla. Çorap tekleri kayıptır, çift çorabın burnuysa yırtık. Banyoda yedek macun bulunamamıştır. Çünkü o güne kadar bunları hep kadın yapmıştır. Uçup gittiğindeyse erkek kuşun kanadı kırılmıştır.
Şimdi tüm bunların aksine bir şey söyleyeyim size.
Bu anlattıklarımın hepsi insan: Kadını da erkeği de… İnsan denen hata yapamaz mı, yapar. Ama bunun boyutlarında muhtemelen hem fikirizdir.
Asıl mesele bu işte.
Kadının da erkeğinde kalp varlığı. Acıya tahammül, aşka duyulan açlık…
Mesele bu…
Mesele aşk denen yerde hep bir tarafın diğerini daha çok sevmesi, diğerininse yetişememesi. Bedenlerin birbirini tamamlaması gerekirken, çoğu çoğu kalplerden birinin diğerine bir beden büyük gelmesi meselesi bu…
Sabır meselesi…
Kalplerin beden kadar büyümesini bekleme, kadını sevmenin ötesine gitme meselesi… Çoğunlukla anladığını uygulama ya da uygulayamama meselesi…
Hemcinslerim karşı cinslerim, mesele uzun… Ben şimdi ne desem boş…
Ümidim teknoloji!
Bu mesele psikolojinin empatisiyle olacak iş değil. Teknoloji ne zaman ki bir erkeğe kadın gözlüğünü tüm ayrıntılarıyla yapar, kadına da erkek gözlüğünü, işte belki o zaman kötülüğü görülür, iyiliği yaşanır.
Yani ispat yapmak gerekirse kurulan denklem yanlış. Asıl denklem şöyle;

KADIN÷ERKEK = AŞK  ve AŞK=1


[1] Temelkuran, Ece(2013), “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”, Everest, 244.sy.