Bazen anlatmak istediklerim için kelimelerim yetmiyor, görebiliyorum. Belki de bir
musibet bin nasihatten iyi olduğu içindir, bunu da görebiliyorum. Son birkaç
gündür twitterda ve facebookta öyle çok insan semboller yüzünden sinirlendi ki dayanamadım
ve açtım bir sayfa,yazıyorum. Kendi yaşadıklarımdan örnek vererek başlamak
istiyorum:
İki
gün kadar önce uzun zamandır bir araya gelemediğim yerli, yabancı arkadaşlarım
ve yeni bir insanla sohbet etmek, paylaşmak ve hatta bu yolla bilgi dağarcığımı
genişletmek istemem üzerine bir yerlerde oturduk. Gittiğimiz pek çok yerde
müzik yoktu. Sorulduğunda maden işçilerinin ölümünden dolayı yas tutulduğunu
müzik çalınmadığını söyledim. Daha sonra masamıza oturan başka arkadaşlarla
şunun tartışmasına girdik, müziğin olmaması bir saygı mı?
Tartışmamız
bir sonuca varmadı benim için. Bahsettiğim; bu tür şeylerin her birinin birer
sembol olduğuydu. Müzik çalmamasına rağmen birileri yan masamızda doğum günü
kutlayabiliyordu. Yargılamıyorum, birileri üzülürken birileri mutlu olur. Hayat
böyle bir şey değil mi zaten.
Sembollerle yaşıyoruz ve bunlarla yaşamaya
dayatılıyoruz. Neden mi? Çünkü bunlar ahlak kuralları, dini öğretiler, yasalar
kanunlar, ..lar, …lar, ..lar. Kısacası uymakla mükellef bırakıldığımız diziler.
Aslında bir topluluk bünyesinde yaşıyorsanız özgürlükleriniz kurallarla ve bu
da her bir bireyin özgürlüğünün diğerinin özgürlüğünün başladığı noktada
bitmesiyle doğru orantılıdır.
Facebookta
resimlerimizi değiştiriyoruz, sanki değiştirmeyenlerden daha çok üzülür gibi.
Bende bir aralar değiştiriyordum ama artık bıraktım. Niye mi? Çünkü ülkemde olan her
şeye duyduğum derin üzüntü nedeniyle bundan böyle hep simsiyah yapmalıyım
facebook fotoğrafımı. Bu ülkede her gün birilerinin ölümüne, acısına göz yumuluyor.
Peki, benim bunu yapmam kendimi rahatlatmaktan ya da hatırlamamı
kolaylaştırmaktan başka bir işe yarayabilir mi? Belki. Ama emin olun başkaca
insanlar ancak kendileri isterlerse görecektir ve hatırlayacaktır. Bu noktada
makinesi kırılmadan önce benim gibi fotoğraf çeken birinin en derin anlamıyla
gözlerine siyah bant çekmesi ne kadar doğru olabilir ki.
Her
25 Haziran’da, 10 Kasım’da, 28 Eylül’de, temmuzda, ağustosta… Siyah giydim. Ne
ölülerim geri geldi, ne de geçtiğimiz haziranda siyah giymediğim için bana
dünyaya farklı bakmamı öğreten adamı unuttum.
Yastayız
demek için, radyoları, televizyonları kapatıyor, ensturmanlarımızı, sahne
kostümlerimizi bir süreliğine bir kenara koyuyoruz. Sanki her melodi bizi
eğlendiriyor, her sahneye çıkan komedi oynuyormuş gibi. Daha da genel bakarsak
olaylara ezan okunurken de müzik dinlemiyoruz, günahtır, saygısızlıktır diye.
Ölümlerin ardından düğünlerimizi acımız dinip, gözyaşlarımız kuruyana dek
erteliyoruz.
Oysa
o düğün ne zaman yapılırsa yapılsın yine de bir şey eksik oluyor.
Yaşasaydılarla başlayan cümlelerle teselli ediliyor ve o cümlelerle teselli
bulmaya çalışıyoruz. Namaza bir çağrı olan ezanın okunuşunda müziğin neden
kapatıldığı alt metnini okumadan yargılıyoruz, bunu yaparken de teknoloji
çağında yaşadığımızı unutuyoruz. Sembollerde kayboluyoruz bazen.
Siyah
yasın rengi! Ben kabul etmiyorum. Birileri öyle dedi diye uymakta istemiyorum
ama bu toplumsal bir ahlak kuralı, cenazeye şıkşıkıdım gidemezsiniz. Bu cenaze
sahibine karşı saygısızlıktır. Onun benim üzerimdekileri o acıyla görüp,
algıladığını pek sanmasam da buna saygı duymalıyım. Fakat bu kültürel bir
öğreti. Bildiğiniz üzere bazı toplumlarda cenaze törenleri düğün havasında
olur. İnançlarına göre ölen yeni bir hayata doğmuştur ve bu kutlanmalıdır.
Ölüm! Her ölümde çoğunlukla insanlar kendi kayıpları için ağlarlar. Giden kişi olmadan nasıl
yaşayacağımız meçhulüyle bir anda yüzleşmiş olmak bizi büyük bir elem ve kedere
sevk eder. Hani elim kolum yok gibi, bir parçam gitti gibi denir ya… İşte kendi
kayıplarımızadır o gözyaşları… Ya da…Ya
da acımız, gözyaşımız, öfkemiz tıpkı Soma’da, Van’da, Gezi’de, 1986’da
Çernobil’de, 2. Dünya Savaşında Almanya’da, Nagazaki’de, Vietnem’da, Kore’de
yani her yerde bir şekilde yapılan büyük haksızlıklara, sorumsuzluklara, insana
duyulmamış saygısızlıklaradır. Bu müzikle, tiyatroyla, dizilerin, eğlence
programlarının olup olmamasıyla çokta ilgili değildir.
Aksine
türküler yapılmalıdır, şiirler yazılmalıdır, oyunlar oynanmalı, filmleri
çekilmelidir tüm bunların. Gelecek için, unutmamak, unutturmamak için.
Saygısızlık
insanların hislerini yok saymakla olan şeylerdir. Bir kardeşin, oğlun, babanın,
ananın feryadı kaybınadır, ister yuh der, ister defol der. Acılı bir halka
tokat atmak, onurlu bir davranış değildir. Asıl onun tokadını yeme nezaketini
göstermek yüceltecektir. Öfkeyle yerinden kalkmış insanların acıyla yanan
kalplerini Toma’nın suyuyla söndürmeye çalışmak onları ve hislerini
küçümsemekten başka bir şey değildir. Ölmüş canlar üzerinden şov yapmak,
reyting toplamak habercilik değildir. Bende Somaya gidip ailelerin acılarını
paylaşabilirim. Her ananın, babanın, evladın, kardeşin acısı, öfkesi hemen
hemen aynıdır. Mühim olan sorumlularla konuşabilmek, süreci gerek hukuki gerek
siyasi takip edebilmektir.
İki
gün sonra işlerine geri dönen insanların kapitalist sistem dâhilinde büyük bir
para kaynağı olmuş eğlence sektöründe çalışıyor olmaları inanın yapılabilecek
en büyük saygısızlık değildir.
Dileğim
bu yazımdan sonra sembollerinizi ve sembolleştirilmek istenen içi boş fikirleri
sorgulamanız yönündedir.
Teşekkürler…