9 Ekim 2015 Cuma

GECE OTURUMU



Nedendir bilmem ama böyle şeylerde hep gece gelir aklıma
Toprak kokusunu düşlerim aniden
Yeni biçilmiş çim kokusunu mesela
Ya da hafif hafif esen rüzgarın ciğerlerime doldurduğu deniz kokusunun yüzümdeki tebessümünü...
Baharı özlerim ayaklarım üşürken
Kışı özlerim sırtım terlerken.
İnsan evladı olduğumun katlanılmaz nankörlüğüyle özlerim hem de.
Bilmeden kim olduğunu,
Nerede, kimlerle, nice olduğunu bilmeden
Onu özlerim.
Onun kalbimde nasıl duracağını düşlerim.
Küçük bir tebessümle kalbimi yanımda olmadan okşayışını severim.
Sonra,
Birden bire düşlerimde kaybolduğumu fark edip savarım başımdan ilhamı...
Gecenin karanlığında küseriz birbirimize yeniden
ve döneriz sırtlarımızı, ortak düşlerimizde rüyalara dalıp, birbirimizin musallatı olacağımız güne kadar
Küseriz ...

16 Eylül 2015 Çarşamba

Tehlikeli Oyunlar ve Cesur Çocuklar


Hepimizin çocukluğumuzdan kalma tehlikeli oyunları olmuştur. Annelerimizin ihtimam gösterip aman oğlum, aman kızım dikkat et, uzak dur dediği oyuncaklar. Kimi ateşten, kimi böcekten, kimi, yengeçten, kimi de sizden haber alınmasın diye yengeden uzak tutmuştur.

Annem mesela, hep ateşten uzak durmamı söylerdi. Elin yanar, kolun yanar, kafan yanar, ev yanar…  Haklıydı elbet ama niyeyse hiç “yanarsa yansın be” dediğini duymadım. Zaten sonrada defalarca kez yandım.

Anlayacağınız, yerden göğe kadar haklıydı. Yaramaz bir çocuk, elinde kibrit kutusuyla dip köşe evin her yerine kibritleri yakıp yakıp fırlatıyorsa ve onlardan herhangi biri havada sönmezse…  Evet, ev yanabilirdi. Hele ki bir bayram yolculuğuna hazırlanırken annem, “bu ütü sıcak mı?” deyip elimi yeni fişten çekilmiş bilmem kaç derecelik ütüye basınca, tamam dedim; sıcaktır, ocaktır, ateştir bana göre iş değil. Kendi kendime söz verdim; bilumum yanan ve yanıcı madde içeren her şeyden uzak duracağıma dair.

Sonuç; bayram boyunca elimde su kütlesini toplamış o kocaman yaramla oyunlar oynamaya gayret ederken “Ateşle oyun olmuyormuş.” dedim ve kendime yeni yeni oyunlar icat ettim.

Aşırı yaratıcılık yüklü oyunlarımın büyük bir kısmını başka bir sefere saklayarak şimdi sizlere, bu çocukluk oyunlarım ve travmalarım arasından yalnızca kırılan nesnelerle geçirmiş olduğum o zorlu imtihanımdan bahsetmek istiyorum: kristal vazolar, bor camlar, vitrinler… Ev ev değil ki! Adeta bir müze.  Az terlik yemedik neticede.

Ellerimde kıpkırmızı olurdu küçükken, tırnaklarımı yediğim için. Vuru vuru verirlerdi: Yeme o tırnaklarını, midende kurt çıkar sonra, diye. Kurtlu olduğum doğru ama tırnak yemekten değil azizim, öyle yaratmış yaradan. Hiper miymişim aktif mi… Amaaan öyle bir şeyler işte. Kendimi bildim bileli öyle çok duramam yerimde. Kaba etim hareket etmeli azcık. Ne o öyle otur otur. Değil mi ya?

Neyse yahu, dur hele! Konu bu değildi.

Bir iki tane değil, 5’er 10’ar tane kırmışlığım vardır evin malzemesini. Şükür, terlikten öteye gitmedi cezam ama… Annemi üzdüğümde olmuştur: Sevdiği bir şeyler illa ki gözlerinin önünde tuzla buz, anıları yer ile yeksan olmuştur.
Özür dilerim anne, tüm çocuk masumiyetimle.

Fakat bu küçük özür ne annemin kırdığım vazolarını geri getiriyor ne de benim acı sonla biten süpersonik oyunlarımı… Bir an için durup düşündüğümde belki de o kibritler havada uçuşurken yediğim azarlar, reflekslerime yenik düşen ve hedefi tutturamayan terliklerle birlikte hayallerimi yanlarına katıp rafa kalktılar, kim bilir?

Oysa şimdi görebiliyorum; tüm o tehlikeli oyunlar, sihirli eller, uçsuz bucaksız hayallerle birleştiğinde çok güzel şeylere vesile oluyorlar.
Benim gibi ödlek olmayan çocuklar cesur yüreklilikle sanat yapıyorlar: Ateşten, camdan, kırmaktan, yanmaktan korkmayan çocuklar…
Şimdi onlar, harikalar yaratıyorlar.
Yürekleri hop eden kadınları gururlandırıyor, kaşları çatık adamların koltuklarını kabartıyorlar…
Ahhh o güzel yüzlü çocuklar.
Neler neler yapıyorlar…

Senin benim kırarız diye korktuğumuz camı, yine o korktuğumuz ateşle eritip camdan adamlar, kadınlar, hayvanlar yapıyorlar… Bu kadar olsa iyi: Bir de öyle güzel yapıyorlar ki…

Çok çalıştım; öğreneyim diye, aradım, taradım, bir arkadaşı sıkboğaz ettim; anlatsın bana şu işin aslını astarını diye ama aşkı öyle büyük ki camı gördü mü, unutuveriyor dünyayı. Ehh ben de daha fazla böylesi aşık insanların tasavvur ettiğim hikayelerini yazmak için dayanamadım. Hiç değilse siz okurlarımın aklına bir karpuz kabuğu düşüreyim istedim ve işe kendi hikayemle başladım.

İlk ne zamandı diye düşününce kendi maceramı, kumdan cam elde etmeye çalıştığım ve hayal kırıklıkları koltuğunun altında, dalgalara yenik düşen kalelerine ağlayan bir çocuğu anımsıyorum. Sonradan çok düşündüm, neden güneş kumu eritmez diye ama…Cevabını bulamadım, ermedi yine aklım.

Sonra bir arkadaşıma doğum gününde hediye aldığımı anımsıyorum: Camdan yapılmış küçük bir biblo. Ablam anlatmıştı ve benimde hoşuma gidivermişti. Henüz lisedeydim.

Başka bir zamansa bir arkadaşım Anadolu Üniversitesi’nin Cam Bölümü’nü kazanınca bu işin ciddiyetiyle tanış oldum. Ehh hayat gayesi, yeni yüzler, yeni insanlar derken aranıza hayat giriyor ama anılar hep taze. Bir ara bu bölümün kapatılması söz konusu olmuştu. Sosyal medyadan kim var kim yok herkese mesaj, herkesten imza derken, halen o cesur yürekli insanlar harikalar yaratıyorlar.

Çok sonra da şu aşık arkadaşımla tanıştım. Can desek cam anlar, öylesi aşık, öylesine seviyor işini. Zaman ve hayat ekseninde koordinatlarımız kısıtlı da olsa kesişti de o güzel anlarda gözlerinde yanan feri gördüm. Kelimeler gözlerinde ve yüreğinde yanan ocağı anlatamaz ama eminim, siz de görseydiniz anlardınız beni.

 İşte efendim, benim hikayem böyle.

Kumdan kalelerin bilmem kaç santigrat derece de camdan kaleler olduğu ve bu kalelerin prenslerinin prenseslerinin, kral ve kraliçelerinin harikalar yarattığını haftada en az bir iki kere anımsıyorum, aşık arkadaşım sayesinde. Sonra elimi çeneme koyup bir hikayede onları düşlüyorum. Küçük Kara Balık’ın yarım kalmış o meçhul hikayesine yeni sayfalar ekliyorum; geride kalan Kırmızı Balık’ın merakını içten içe taşıyan çok sesli bir Filarmoni orkestrası, Leonardo’nun fırçasında 12 havari, yemek masası değilse de bir ocaktalar belki, gökyüzünde rengarenk bir gökkuşağı; kimisi mor, kimisi mavi…

Şans bu ya belki bir gün hayatın koordinatları kesiştirir bizi, cama aşık o cesur çocukla ve sorarım merak ettiklerimi. Belki sonra yazarım da öğrendiklerimi.


9 Haziran 2015 Salı

CEBİMDE SAKLI BİR HİKÂYE, VAR MISIN DİNLEMEYE?


Anlatılacak hikâyelerim var. Dinleyin beni.
Bilinmeyen diyarlardan değil, bilinen diyarlardan gelen. Kimi yağmur sonrası toprak kokulu, kimi yosun tutmuş kayalıkları döven deniz kokulu…
Dinleyin beni. Dinleyin en yakınınızdakileri. Kelimelerle değil, suskunluklarla dinleyin söylenenleri, sessizlikte açığa çıkan duygularla yüzleşin. Tebessüm ederek geçmişin müziklerini dinleyen şu banktaki ihtiyar delikanlıyı dinleyin. Kapatın gözlerinizi ve onunla birlikte dinleyin o eşsiz güfteyi…
Kurşun kalemi dinleyin. İlk kez elinize alıp da o minicik parmaklarınızın, bileğinizin acıdığı günleri anımsayarak, ilk çizginizi doğru çizdiğiniz, adınızı ilk yazdığınız, canınız sıkıldığında kâğıdı parçalarcasına çizdiğiniz günleri aynı hislerle anımsayarak, dinleyin.
Dinleyin göç eden kuşların kanatlarındaki hikâyeleri, kilometrelerde yorulmamış, yoğrulmuş hikâyeleri…
Dinleyin ve korkun bir yazarın dediği gibi; hikâyesini ilk kez anlatacak insanların dinlenmediklerinde öleceklerinden, gönüllerini derdest edip gömeceklerinden…
Dinleyin şimdi bu hikâyeyi…

****

Gel zaman git zaman… Hikâye başlarında deve çanlarının sustuğu, pirelerin yok olduğu zaman…
İyi insanların atlarına binip gittiği, seninse atından düşüp geride kaldığın, bacağı kırılan atını öldürdüğün zaman…
Acıların baki, iyiliklerinse nadiren karşına çıktığı zaman…
Yani sözüm ona, büyüdüğün zaman.
İşte bu zamanda başlıyor gerçek hikâyeler.
Elbet olmalı acısı bir yemeğin ve tadı tuzu kaçak göçek sızmalı damağına, kulağında bir çınlama, biri seni düşünmeli uzaklarda.
Lakin hayat dediğin kısa şey; yemeli, içmeli, gezmeli, tozmalı… En çokta, bırak cevizin, fındığın kabuğunu, kırmızı mercimeğin cürümüne dahi erişemeyecek şeylere can sıkmamalı.
Şimdi iş bir kahraman uydurmalı. Sana, bana benzeyen ve seni, beni anlatacak bir kahraman. Hadi bakalım, ismini sen koy. İster yeryüzünde efsanelerin sahibi, ister Alaeddin’in lambasında 3 ömürlük bir ruh hali.
Her hikâyedeki gibi derdi büyük olsun bari. Mecnun’dan, Ferhat’tan, Kerem’den bile büyük.
Evet. Hadi başlayalım gari…
Kerem ki sevmiş Aslı’sını, Ferhat ki delmiş dağları, Mecnun Leyla’nın çirkinliğinde görmüş dünyayı… Lakin bizim kahramanımız unutmuş aşkı, heyecanı, deli divane olmayı. 
Derdi büyük ki sormayın: Bizimki kime baksa olmamış. Yere bakmış yok, göğe bakmış yok. Kimseleri alıp da koyamamış gönlüne, sevememiş bir türlü kimseleri de vurmuş kendini kıyılara, içinde bir mektupla açılmayı bekleyen meçhul bir şarap şişesi gibi.
Derdi bir sevgili bulmak değilmiş ki ha deyince çözülsün. Derdi sevmekmiş bir kimseyi.
Kalbinin birilerini sevebildiğini görmekmiş asıl istediği. Titrek elleriyle dokunduğunda sevdiğine kalbinin duracağı kadar sevmekmiş.
Sevmezse ölürmüş. Sevmezse bir kimseyi, daha çok yorulurmuş. Sevmezse eğer, kalabalıklar içinde yok olurmuş.
Arar olmuş sevmeleri, arar olmuş karanlığına düştüğü bu derdin çaresini…

****

Bir değil ki bu hikâyenin sahibi. Gerçek zamanın gerçek derdi: Kayıtsız, şartsız sevememek birbirimizi. Derdiyle tasasıyla kabullenmeyip hep gül bahçeleri vaadiyle kandırmak kendimizi. Oysa gülleri dikeniyle kabullenmek gülü sevmenin kaçınılmaz gerçeği.

Bırakın sevmelerinize neden aramayı ve sevin. Hem de çok sevin birini.

Varsın sevmesin sizi. Bilin severken kendi kıymetinizi.
Varsın görmesin sizi. Bilin gözlerinizin gördüğü güzelliğin size ait olduğu gerçeğini.


Severseniz birini, görürsünüz kendi güzelliğinizi…