9 Haziran 2015 Salı

CEBİMDE SAKLI BİR HİKÂYE, VAR MISIN DİNLEMEYE?


Anlatılacak hikâyelerim var. Dinleyin beni.
Bilinmeyen diyarlardan değil, bilinen diyarlardan gelen. Kimi yağmur sonrası toprak kokulu, kimi yosun tutmuş kayalıkları döven deniz kokulu…
Dinleyin beni. Dinleyin en yakınınızdakileri. Kelimelerle değil, suskunluklarla dinleyin söylenenleri, sessizlikte açığa çıkan duygularla yüzleşin. Tebessüm ederek geçmişin müziklerini dinleyen şu banktaki ihtiyar delikanlıyı dinleyin. Kapatın gözlerinizi ve onunla birlikte dinleyin o eşsiz güfteyi…
Kurşun kalemi dinleyin. İlk kez elinize alıp da o minicik parmaklarınızın, bileğinizin acıdığı günleri anımsayarak, ilk çizginizi doğru çizdiğiniz, adınızı ilk yazdığınız, canınız sıkıldığında kâğıdı parçalarcasına çizdiğiniz günleri aynı hislerle anımsayarak, dinleyin.
Dinleyin göç eden kuşların kanatlarındaki hikâyeleri, kilometrelerde yorulmamış, yoğrulmuş hikâyeleri…
Dinleyin ve korkun bir yazarın dediği gibi; hikâyesini ilk kez anlatacak insanların dinlenmediklerinde öleceklerinden, gönüllerini derdest edip gömeceklerinden…
Dinleyin şimdi bu hikâyeyi…

****

Gel zaman git zaman… Hikâye başlarında deve çanlarının sustuğu, pirelerin yok olduğu zaman…
İyi insanların atlarına binip gittiği, seninse atından düşüp geride kaldığın, bacağı kırılan atını öldürdüğün zaman…
Acıların baki, iyiliklerinse nadiren karşına çıktığı zaman…
Yani sözüm ona, büyüdüğün zaman.
İşte bu zamanda başlıyor gerçek hikâyeler.
Elbet olmalı acısı bir yemeğin ve tadı tuzu kaçak göçek sızmalı damağına, kulağında bir çınlama, biri seni düşünmeli uzaklarda.
Lakin hayat dediğin kısa şey; yemeli, içmeli, gezmeli, tozmalı… En çokta, bırak cevizin, fındığın kabuğunu, kırmızı mercimeğin cürümüne dahi erişemeyecek şeylere can sıkmamalı.
Şimdi iş bir kahraman uydurmalı. Sana, bana benzeyen ve seni, beni anlatacak bir kahraman. Hadi bakalım, ismini sen koy. İster yeryüzünde efsanelerin sahibi, ister Alaeddin’in lambasında 3 ömürlük bir ruh hali.
Her hikâyedeki gibi derdi büyük olsun bari. Mecnun’dan, Ferhat’tan, Kerem’den bile büyük.
Evet. Hadi başlayalım gari…
Kerem ki sevmiş Aslı’sını, Ferhat ki delmiş dağları, Mecnun Leyla’nın çirkinliğinde görmüş dünyayı… Lakin bizim kahramanımız unutmuş aşkı, heyecanı, deli divane olmayı. 
Derdi büyük ki sormayın: Bizimki kime baksa olmamış. Yere bakmış yok, göğe bakmış yok. Kimseleri alıp da koyamamış gönlüne, sevememiş bir türlü kimseleri de vurmuş kendini kıyılara, içinde bir mektupla açılmayı bekleyen meçhul bir şarap şişesi gibi.
Derdi bir sevgili bulmak değilmiş ki ha deyince çözülsün. Derdi sevmekmiş bir kimseyi.
Kalbinin birilerini sevebildiğini görmekmiş asıl istediği. Titrek elleriyle dokunduğunda sevdiğine kalbinin duracağı kadar sevmekmiş.
Sevmezse ölürmüş. Sevmezse bir kimseyi, daha çok yorulurmuş. Sevmezse eğer, kalabalıklar içinde yok olurmuş.
Arar olmuş sevmeleri, arar olmuş karanlığına düştüğü bu derdin çaresini…

****

Bir değil ki bu hikâyenin sahibi. Gerçek zamanın gerçek derdi: Kayıtsız, şartsız sevememek birbirimizi. Derdiyle tasasıyla kabullenmeyip hep gül bahçeleri vaadiyle kandırmak kendimizi. Oysa gülleri dikeniyle kabullenmek gülü sevmenin kaçınılmaz gerçeği.

Bırakın sevmelerinize neden aramayı ve sevin. Hem de çok sevin birini.

Varsın sevmesin sizi. Bilin severken kendi kıymetinizi.
Varsın görmesin sizi. Bilin gözlerinizin gördüğü güzelliğin size ait olduğu gerçeğini.


Severseniz birini, görürsünüz kendi güzelliğinizi…