CEBİMDE SAKLI BİR HİKÂYE, VAR MISIN DİNLEMEYE?
Anlatılacak hikâyelerim var. Dinleyin beni.
Bilinmeyen diyarlardan değil, bilinen diyarlardan gelen.
Kimi yağmur sonrası toprak kokulu, kimi yosun tutmuş kayalıkları döven deniz
kokulu…
Dinleyin beni. Dinleyin en yakınınızdakileri. Kelimelerle
değil, suskunluklarla dinleyin söylenenleri, sessizlikte açığa çıkan duygularla
yüzleşin. Tebessüm ederek geçmişin müziklerini dinleyen şu banktaki ihtiyar
delikanlıyı dinleyin. Kapatın gözlerinizi ve onunla birlikte dinleyin o eşsiz
güfteyi…
Kurşun kalemi dinleyin. İlk kez elinize alıp da o minicik
parmaklarınızın, bileğinizin acıdığı günleri anımsayarak, ilk çizginizi doğru
çizdiğiniz, adınızı ilk yazdığınız, canınız sıkıldığında kâğıdı parçalarcasına çizdiğiniz
günleri aynı hislerle anımsayarak, dinleyin.
Dinleyin göç eden kuşların kanatlarındaki hikâyeleri,
kilometrelerde yorulmamış, yoğrulmuş hikâyeleri…
Dinleyin ve korkun bir yazarın dediği gibi; hikâyesini ilk kez
anlatacak insanların dinlenmediklerinde öleceklerinden, gönüllerini derdest
edip gömeceklerinden…
Dinleyin şimdi bu hikâyeyi…
****
Gel zaman git zaman… Hikâye başlarında deve çanlarının sustuğu,
pirelerin yok olduğu zaman…
İyi insanların atlarına binip gittiği, seninse atından düşüp geride kaldığın, bacağı kırılan atını öldürdüğün zaman…
Acıların baki, iyiliklerinse nadiren karşına çıktığı zaman…
İyi insanların atlarına binip gittiği, seninse atından düşüp geride kaldığın, bacağı kırılan atını öldürdüğün zaman…
Acıların baki, iyiliklerinse nadiren karşına çıktığı zaman…
Yani sözüm ona, büyüdüğün zaman.
İşte bu zamanda başlıyor gerçek hikâyeler.
Elbet olmalı acısı bir yemeğin ve tadı tuzu kaçak göçek
sızmalı damağına, kulağında bir çınlama, biri seni düşünmeli uzaklarda.
Lakin hayat dediğin kısa şey; yemeli, içmeli, gezmeli, tozmalı…
En çokta, bırak cevizin, fındığın kabuğunu, kırmızı mercimeğin cürümüne dahi
erişemeyecek şeylere can sıkmamalı.
Şimdi iş bir kahraman uydurmalı. Sana, bana benzeyen ve seni,
beni anlatacak bir kahraman. Hadi bakalım, ismini sen koy. İster yeryüzünde
efsanelerin sahibi, ister Alaeddin’in lambasında 3 ömürlük bir ruh hali.
Her hikâyedeki gibi derdi büyük olsun bari. Mecnun’dan, Ferhat’tan,
Kerem’den bile büyük.
Evet. Hadi başlayalım gari…
Kerem ki sevmiş Aslı’sını, Ferhat ki delmiş dağları, Mecnun
Leyla’nın çirkinliğinde görmüş dünyayı… Lakin bizim kahramanımız unutmuş aşkı,
heyecanı, deli divane olmayı.
Derdi büyük ki sormayın: Bizimki kime baksa olmamış. Yere
bakmış yok, göğe bakmış yok. Kimseleri alıp da koyamamış gönlüne, sevememiş bir
türlü kimseleri de vurmuş kendini kıyılara, içinde bir mektupla açılmayı bekleyen
meçhul bir şarap şişesi gibi.
Derdi bir sevgili bulmak değilmiş ki ha deyince çözülsün.
Derdi sevmekmiş bir kimseyi.
Kalbinin birilerini sevebildiğini görmekmiş asıl istediği.
Titrek elleriyle dokunduğunda sevdiğine kalbinin duracağı kadar sevmekmiş.
Sevmezse ölürmüş. Sevmezse bir kimseyi, daha çok yorulurmuş.
Sevmezse eğer, kalabalıklar içinde yok olurmuş.
Arar olmuş sevmeleri, arar olmuş karanlığına düştüğü bu
derdin çaresini…
****
Bir değil ki bu hikâyenin sahibi. Gerçek zamanın gerçek
derdi: Kayıtsız, şartsız sevememek birbirimizi. Derdiyle tasasıyla
kabullenmeyip hep gül bahçeleri vaadiyle kandırmak kendimizi. Oysa gülleri dikeniyle
kabullenmek gülü sevmenin kaçınılmaz gerçeği.
Bırakın sevmelerinize neden aramayı ve sevin. Hem de çok
sevin birini.
Varsın sevmesin sizi. Bilin severken kendi kıymetinizi.
Varsın görmesin sizi. Bilin gözlerinizin gördüğü güzelliğin
size ait olduğu gerçeğini.
Severseniz birini, görürsünüz kendi güzelliğinizi…