16 Eylül 2015 Çarşamba

Tehlikeli Oyunlar ve Cesur Çocuklar


Hepimizin çocukluğumuzdan kalma tehlikeli oyunları olmuştur. Annelerimizin ihtimam gösterip aman oğlum, aman kızım dikkat et, uzak dur dediği oyuncaklar. Kimi ateşten, kimi böcekten, kimi, yengeçten, kimi de sizden haber alınmasın diye yengeden uzak tutmuştur.

Annem mesela, hep ateşten uzak durmamı söylerdi. Elin yanar, kolun yanar, kafan yanar, ev yanar…  Haklıydı elbet ama niyeyse hiç “yanarsa yansın be” dediğini duymadım. Zaten sonrada defalarca kez yandım.

Anlayacağınız, yerden göğe kadar haklıydı. Yaramaz bir çocuk, elinde kibrit kutusuyla dip köşe evin her yerine kibritleri yakıp yakıp fırlatıyorsa ve onlardan herhangi biri havada sönmezse…  Evet, ev yanabilirdi. Hele ki bir bayram yolculuğuna hazırlanırken annem, “bu ütü sıcak mı?” deyip elimi yeni fişten çekilmiş bilmem kaç derecelik ütüye basınca, tamam dedim; sıcaktır, ocaktır, ateştir bana göre iş değil. Kendi kendime söz verdim; bilumum yanan ve yanıcı madde içeren her şeyden uzak duracağıma dair.

Sonuç; bayram boyunca elimde su kütlesini toplamış o kocaman yaramla oyunlar oynamaya gayret ederken “Ateşle oyun olmuyormuş.” dedim ve kendime yeni yeni oyunlar icat ettim.

Aşırı yaratıcılık yüklü oyunlarımın büyük bir kısmını başka bir sefere saklayarak şimdi sizlere, bu çocukluk oyunlarım ve travmalarım arasından yalnızca kırılan nesnelerle geçirmiş olduğum o zorlu imtihanımdan bahsetmek istiyorum: kristal vazolar, bor camlar, vitrinler… Ev ev değil ki! Adeta bir müze.  Az terlik yemedik neticede.

Ellerimde kıpkırmızı olurdu küçükken, tırnaklarımı yediğim için. Vuru vuru verirlerdi: Yeme o tırnaklarını, midende kurt çıkar sonra, diye. Kurtlu olduğum doğru ama tırnak yemekten değil azizim, öyle yaratmış yaradan. Hiper miymişim aktif mi… Amaaan öyle bir şeyler işte. Kendimi bildim bileli öyle çok duramam yerimde. Kaba etim hareket etmeli azcık. Ne o öyle otur otur. Değil mi ya?

Neyse yahu, dur hele! Konu bu değildi.

Bir iki tane değil, 5’er 10’ar tane kırmışlığım vardır evin malzemesini. Şükür, terlikten öteye gitmedi cezam ama… Annemi üzdüğümde olmuştur: Sevdiği bir şeyler illa ki gözlerinin önünde tuzla buz, anıları yer ile yeksan olmuştur.
Özür dilerim anne, tüm çocuk masumiyetimle.

Fakat bu küçük özür ne annemin kırdığım vazolarını geri getiriyor ne de benim acı sonla biten süpersonik oyunlarımı… Bir an için durup düşündüğümde belki de o kibritler havada uçuşurken yediğim azarlar, reflekslerime yenik düşen ve hedefi tutturamayan terliklerle birlikte hayallerimi yanlarına katıp rafa kalktılar, kim bilir?

Oysa şimdi görebiliyorum; tüm o tehlikeli oyunlar, sihirli eller, uçsuz bucaksız hayallerle birleştiğinde çok güzel şeylere vesile oluyorlar.
Benim gibi ödlek olmayan çocuklar cesur yüreklilikle sanat yapıyorlar: Ateşten, camdan, kırmaktan, yanmaktan korkmayan çocuklar…
Şimdi onlar, harikalar yaratıyorlar.
Yürekleri hop eden kadınları gururlandırıyor, kaşları çatık adamların koltuklarını kabartıyorlar…
Ahhh o güzel yüzlü çocuklar.
Neler neler yapıyorlar…

Senin benim kırarız diye korktuğumuz camı, yine o korktuğumuz ateşle eritip camdan adamlar, kadınlar, hayvanlar yapıyorlar… Bu kadar olsa iyi: Bir de öyle güzel yapıyorlar ki…

Çok çalıştım; öğreneyim diye, aradım, taradım, bir arkadaşı sıkboğaz ettim; anlatsın bana şu işin aslını astarını diye ama aşkı öyle büyük ki camı gördü mü, unutuveriyor dünyayı. Ehh ben de daha fazla böylesi aşık insanların tasavvur ettiğim hikayelerini yazmak için dayanamadım. Hiç değilse siz okurlarımın aklına bir karpuz kabuğu düşüreyim istedim ve işe kendi hikayemle başladım.

İlk ne zamandı diye düşününce kendi maceramı, kumdan cam elde etmeye çalıştığım ve hayal kırıklıkları koltuğunun altında, dalgalara yenik düşen kalelerine ağlayan bir çocuğu anımsıyorum. Sonradan çok düşündüm, neden güneş kumu eritmez diye ama…Cevabını bulamadım, ermedi yine aklım.

Sonra bir arkadaşıma doğum gününde hediye aldığımı anımsıyorum: Camdan yapılmış küçük bir biblo. Ablam anlatmıştı ve benimde hoşuma gidivermişti. Henüz lisedeydim.

Başka bir zamansa bir arkadaşım Anadolu Üniversitesi’nin Cam Bölümü’nü kazanınca bu işin ciddiyetiyle tanış oldum. Ehh hayat gayesi, yeni yüzler, yeni insanlar derken aranıza hayat giriyor ama anılar hep taze. Bir ara bu bölümün kapatılması söz konusu olmuştu. Sosyal medyadan kim var kim yok herkese mesaj, herkesten imza derken, halen o cesur yürekli insanlar harikalar yaratıyorlar.

Çok sonra da şu aşık arkadaşımla tanıştım. Can desek cam anlar, öylesi aşık, öylesine seviyor işini. Zaman ve hayat ekseninde koordinatlarımız kısıtlı da olsa kesişti de o güzel anlarda gözlerinde yanan feri gördüm. Kelimeler gözlerinde ve yüreğinde yanan ocağı anlatamaz ama eminim, siz de görseydiniz anlardınız beni.

 İşte efendim, benim hikayem böyle.

Kumdan kalelerin bilmem kaç santigrat derece de camdan kaleler olduğu ve bu kalelerin prenslerinin prenseslerinin, kral ve kraliçelerinin harikalar yarattığını haftada en az bir iki kere anımsıyorum, aşık arkadaşım sayesinde. Sonra elimi çeneme koyup bir hikayede onları düşlüyorum. Küçük Kara Balık’ın yarım kalmış o meçhul hikayesine yeni sayfalar ekliyorum; geride kalan Kırmızı Balık’ın merakını içten içe taşıyan çok sesli bir Filarmoni orkestrası, Leonardo’nun fırçasında 12 havari, yemek masası değilse de bir ocaktalar belki, gökyüzünde rengarenk bir gökkuşağı; kimisi mor, kimisi mavi…

Şans bu ya belki bir gün hayatın koordinatları kesiştirir bizi, cama aşık o cesur çocukla ve sorarım merak ettiklerimi. Belki sonra yazarım da öğrendiklerimi.