
Annem mesela, hep ateşten uzak durmamı söylerdi. Elin yanar,
kolun yanar, kafan yanar, ev yanar… Haklıydı elbet ama niyeyse hiç “yanarsa yansın
be” dediğini duymadım. Zaten sonrada defalarca kez yandım.
Anlayacağınız, yerden göğe kadar haklıydı. Yaramaz bir çocuk,
elinde kibrit kutusuyla dip köşe evin her yerine kibritleri yakıp yakıp fırlatıyorsa
ve onlardan herhangi biri havada sönmezse… Evet, ev yanabilirdi. Hele ki bir bayram yolculuğuna hazırlanırken annem, “bu ütü
sıcak mı?” deyip elimi yeni fişten çekilmiş bilmem kaç derecelik ütüye basınca,
tamam dedim; sıcaktır, ocaktır, ateştir bana göre iş değil. Kendi kendime söz
verdim; bilumum yanan ve yanıcı madde içeren her şeyden uzak duracağıma dair.
Sonuç; bayram boyunca elimde su kütlesini toplamış o kocaman
yaramla oyunlar oynamaya gayret ederken “Ateşle oyun olmuyormuş.” dedim ve
kendime yeni yeni oyunlar icat ettim.
Aşırı yaratıcılık yüklü oyunlarımın büyük bir kısmını başka bir
sefere saklayarak şimdi sizlere, bu çocukluk oyunlarım ve travmalarım arasından
yalnızca kırılan nesnelerle geçirmiş olduğum o zorlu imtihanımdan bahsetmek
istiyorum: kristal vazolar, bor camlar, vitrinler… Ev ev değil ki! Adeta bir müze.
Az terlik yemedik neticede.
Ellerimde kıpkırmızı olurdu küçükken, tırnaklarımı yediğim için. Vuru vuru verirlerdi: Yeme o tırnaklarını, midende kurt çıkar sonra, diye. Kurtlu
olduğum doğru ama tırnak yemekten değil azizim, öyle yaratmış yaradan. Hiper
miymişim aktif mi… Amaaan öyle bir şeyler işte. Kendimi bildim bileli öyle çok
duramam yerimde. Kaba etim hareket etmeli azcık. Ne o öyle otur otur. Değil mi
ya?
Neyse yahu, dur hele! Konu bu değildi.
Bir iki tane değil, 5’er 10’ar tane kırmışlığım vardır evin
malzemesini. Şükür, terlikten öteye gitmedi cezam ama… Annemi üzdüğümde
olmuştur: Sevdiği bir şeyler illa ki gözlerinin önünde tuzla buz, anıları yer
ile yeksan olmuştur.
Özür dilerim anne, tüm çocuk masumiyetimle.
Fakat bu küçük özür ne annemin kırdığım vazolarını geri
getiriyor ne de benim acı sonla biten süpersonik oyunlarımı… Bir an için durup
düşündüğümde belki de o kibritler havada uçuşurken yediğim azarlar,
reflekslerime yenik düşen ve hedefi tutturamayan terliklerle birlikte hayallerimi
yanlarına katıp rafa kalktılar, kim bilir?
Oysa şimdi görebiliyorum; tüm o tehlikeli oyunlar, sihirli
eller, uçsuz bucaksız hayallerle birleştiğinde çok güzel şeylere vesile
oluyorlar.
Benim gibi ödlek olmayan çocuklar cesur yüreklilikle sanat
yapıyorlar: Ateşten, camdan, kırmaktan, yanmaktan korkmayan çocuklar…
Şimdi onlar, harikalar yaratıyorlar.
Yürekleri hop eden kadınları gururlandırıyor, kaşları çatık
adamların koltuklarını kabartıyorlar…
Ahhh o güzel yüzlü çocuklar.
Neler neler yapıyorlar…
Senin benim kırarız diye korktuğumuz camı, yine o
korktuğumuz ateşle eritip camdan adamlar, kadınlar, hayvanlar yapıyorlar… Bu
kadar olsa iyi: Bir de öyle güzel yapıyorlar ki…
Çok çalıştım; öğreneyim diye, aradım, taradım, bir arkadaşı sıkboğaz
ettim; anlatsın bana şu işin aslını astarını diye ama aşkı öyle büyük ki camı
gördü mü, unutuveriyor dünyayı. Ehh ben de daha fazla böylesi aşık insanların
tasavvur ettiğim hikayelerini yazmak için dayanamadım. Hiç değilse siz
okurlarımın aklına bir karpuz kabuğu düşüreyim istedim ve işe kendi hikayemle başladım.
İlk ne zamandı diye düşününce kendi maceramı, kumdan cam
elde etmeye çalıştığım ve hayal kırıklıkları koltuğunun altında, dalgalara
yenik düşen kalelerine ağlayan bir çocuğu anımsıyorum. Sonradan çok düşündüm,
neden güneş kumu eritmez diye ama…Cevabını bulamadım, ermedi yine aklım.
Sonra bir arkadaşıma doğum gününde hediye aldığımı
anımsıyorum: Camdan yapılmış küçük bir biblo. Ablam anlatmıştı ve benimde
hoşuma gidivermişti. Henüz lisedeydim.
Başka bir zamansa bir arkadaşım Anadolu Üniversitesi’nin Cam
Bölümü’nü kazanınca bu işin ciddiyetiyle tanış oldum. Ehh hayat gayesi, yeni
yüzler, yeni insanlar derken aranıza hayat giriyor ama anılar hep taze. Bir ara
bu bölümün kapatılması söz konusu olmuştu. Sosyal medyadan kim var kim yok
herkese mesaj, herkesten imza derken, halen o cesur yürekli insanlar harikalar
yaratıyorlar.
Çok sonra da şu aşık arkadaşımla tanıştım. Can desek cam
anlar, öylesi aşık, öylesine seviyor işini. Zaman ve hayat ekseninde
koordinatlarımız kısıtlı da olsa kesişti de o güzel anlarda gözlerinde yanan feri
gördüm. Kelimeler gözlerinde ve yüreğinde yanan ocağı anlatamaz ama eminim, siz
de görseydiniz anlardınız beni.
İşte efendim, benim
hikayem böyle.

Şans bu ya belki bir gün hayatın koordinatları kesiştirir
bizi, cama aşık o cesur çocukla ve sorarım merak ettiklerimi. Belki sonra
yazarım da öğrendiklerimi.