3 Kasım 2014 Pazartesi

UHREVİ MESELELER


Soğuk bir sonbahar günü, erkekler, geçirmişler rugan ayakkabılarının üzerlerine renk renk takımlarını, takmışlar kravatlarını, olmuşlar traşlarını sinekkaydı ve hazırlar. Kadınlar, onlarda sürmüşler sürüştürmüşler, takmış takıştırmışlar, ama öyle ama böyle yakıştırmışlar ve beklemekteler topukları üzerlerinde kutlamanın başlamasını. Balonlar kapıya asılmış, hemen yanında da aslan gibi bir delikanlının sünnet düğününü cümle âleme duyuran bir afiş. Onunda yanında bir musalla taşı! Evet evet, doğru okudunuz, musalla taşı.
Düğün camide çünkü.

Tanrı’nın olduğu dile gelmiş evin kapıları bu kez bir çocuğun unutulmaz sünnet düğünü için açılmış. Şaşırmadım. Aksine neden olmasın, olamasın diye düşündüm. Ticari boyutunu bilmem ama küçüklüğümden beri empoze edilen kilise törenlerinin olagelmişliği yanında bunun da çok abesk bir yanı olmasa gerek. Onlar yapar da biz yapamaz mıyız yani?

Tabii insan ticari boyutu, parayı, sistemi düşününce, biraz işkilleniyor. Tanrı’nın evine girip hırsızlık yapılan bir ülkede, kilit vurulmuş o ev parayla açılmışsa –olasılık tabii bunlar- işte ben o zaman bu ne biçim iş arkadaş derim.

Kendi istek ve arzumla olmamakla birlikte geçtiğimiz hafta türbe ziyaretinde bulundum. Yanımda bulunan bir kadınla dini ve de ulvi konuşmalarımız esnasın da yine tutamadım dilimi. Her şey iyi, hoş, güzel de din, iman deyip Allah kelamını parayla satanlar size de tuhaf gelmiyor mu? Elbet o da okunmalı, lakin tüm dinlerin kabul edildiği dine mensup olanlar neden İncil veya Tevrat okumaktan çekinir? Nereden Tevrat bulabilirim, dediğimde illaki Yahudi mi olmam gerekir?

Öyle ki iki mezar tasviri arasında uhrevi ve de dünyevi düşüncelerime gömülmüşken bir teyzenin beni dua dinlemeye davet etmesiyle başlayan sohbetimiz düşündürücü?!

Önce biraz dua… Kadın sesinin ahengiyle makamından okunan Arapça Yasin eşliğinde ne hissedeceğimi düşünürken birden susan kadın: Ahh kızııımm ben çok günahkâr bir insanım diye lafa giriyor. Öylesine içten ve kalpten söylüyor ki ne düşüneceğimi bilemiyorum. İnsanın aklına acaba bir takım konularda tövbe etmişte etkisinde mi fikri geliyor önce ve sonra tüm şaşkınlığımla soruyorum; Hayırdır teyze neden öyle dedin?

-Ahh kızım ahh benim çocuklarımın hiçbiri namaz kılmıyor, ben çok kötü bir anneyim, diyor.
-Olur mu öyle şey teyze, herkesin inancı kendine, sen eminim ki her iki yolu da anlatmışsındır. Günahsa da onların günahı, üzülme diyebiliyorum sadece.
-Teyzem duaya devam ediyor: Bismillahirahmanirrahim Allah’ım sen bizi bağışla, hatalıysak affet ve yine Arapça ezgiler...
Bir süre sonra tekrar aynı ver yansınla günahkâr olduğunu itiraf ediyor teyzem:
Hayırdır diyorum, bu seferki cevabı merak etmeden.
-Hafızın oğlu diye evlendim ben ama yook benim bey de namazında niyazında değil. Ahh Ahh çok üzülüyorum ben, diyor.
Cevap mı? Cevap veremiyorum tabii. Hık mık derken başlıyoruz af dilemeye, temizlenmeye ve dualarımıza.
Neden sonra yine aynı iç çekiş ve yine günahların itirafı… Sebep mi?
- Ben eenn güzel dualarımı üniversiteden mezun olduğumda ettim. Heerr gün! Her dakika?! İki yıl sonra atandım, evlendim, hiç namaz kılamaz oldum. Ahh Ahh çok günaha girdim çoook.
O an, evet teyzecim, sen çok günahkârsın demek geldi içimden ama…
-Olur mu öyle şey teyze, yaşamak için maalesef ki dünyevi olarak da çalışmamız gerekiyor, asıl olan sizin niyetiniz. Allah affeder.
-inşallah inşallah, sen affet Allah’ım, sana sığındık, bismillah bismillah ve kapanış…

Herkesin inancı kendine tabii, benim derdim insanların inançlarıyla sömürülüyor olması, gerek maddi gerekse manevi. Lakin öylesi korkutulmuşuz ki, Allah bizi çarpar, melekler günah yazar, iki yakamız bir araya gelmez. Kimi zaman öyle de olur. Ama bu denli korkular içinde yaşayacağımıza yaptığımız ve yapabileceğimiz tüm iyilikleri düşünebilsek mesela. Din için, Allah için değil de gerekli olduğu için, kendimiz için iyilik yapsak. BİN BONCUKLU! tespih –tövbe hayatımda ilk kez duydum- çekeceğimize bir dua yanında bin iyilik yapsak mesela! Neyse…

Devam eden türbe ziyaretlerim esnasında bir başka dikkatimi çeken konu şuydu; Kapalı türbenin dışında dualar eşliğinde duvarı öpüp başına koyan bir kadın! Duvar, sadece basit bir duvar! İnsan eliyle inşa edilmiş, kumu karılmış, sıvası yapılmış bir duvar. Öpüp başa koymakta ne? Nasıl bir inanç bu? Evet, anlayamadığım için damgalanabilirim, ama… Her neyse gerisini sorguya çekmek size kalsın.

Tüm bu düşüncelere, ilginç olaylara ve gözlemlerime ek olarak, o iki sembolik mezarın arasına oturduğum kısacık zamanda şunu da fark etmiştim: Kadınlar. Dua eden ve Tanrı’ya yalvararak medet umanlar hep biz kadınlardık. Türbe duvarlarına yazılmış kavuşma istekleri, sevgiyi beklerken sabrın arzusu ve mutlu sonlar için dökülen dualar dudaklardan… Evladı iyi olsun, ocağı huzur ile tütsün, kötülükler, belalar hep uzak olsun diye tüm güçleriyle okunan duaların ciğerden değil kalpten gelen üfürükleri… Nefeslere sığdırılmış efsunlar, kapalı gözler, göğe açılmış eller…

Haklılar! Sokakta yürürken aç kurtlar misali bakan erkeklerden korkmakta ve onların uzak durmaları için efsunlara sarılmakta haklılar! Kalbini, ruhunu ve hatta bedenini tüm kalbiyle sunduktan sonra sevgilerinin paramparça edilmesinden korkmakta haklılar! Sevip kavuşamamaktan korkmaktalar, çünkü sevdiklerini söylerlerse basit bir kız damgası yerler ve onlar bundan da korkarlar!

Kadınlar korkarlar, ama yine de insanın en büyük düşmanına, umuda sarılırlar…


14 Haziran 2014 Cumartesi

Bilmem hangisiyim ben?


15.04.2014

Şimdi oturdum bir köşeye ve sen bilmeden senin içindeki kendimi sorguluyorum...

Sorsam, anlatırsın belki... 
Ama yine de sen sus!
Anlatma...
Ya da istersen daha sonra anlat.
Ama şimdi ben anlatacağım...

Düşünüyorum:
Çayında bir kesme şeker miyim diye.
Henüz yeni atılmış, ama eriyen ama karışan...
Acaba yanlışlıkla mı atıldım diyen bir kesme şeker...
Dibinde kalıp hiç karışmayan ya da 
Bir büyük harp ile çıkarılmaya çalışılan
Her kaşık darbesinde bir parçası daha yok olan...

Sonra...
Belki de
Belki de diyorum.
O çayın demiyimdir.
O mis kokulu çay özünün hafif acımsı tadı benimdir.
Ya da o çaydaki sıcak suyumdur.
Belki de her şeyiyle çayın ta kendisiyimdir:
Sıcak ve taze...
Kim bilebilir ki senden başka...
Benimki de laf işte.

Belki de ince belli çay bardağıyım elinde.
Ya da üzerinde soğumuş bir yudum çay olan alelade bir çay tabağı.
Belki de çayın yanında mis kokulu sımsıcak, gevrek bir simidim.
Taze simitte ne güzel yenir bir lokmada...

Şimdi sen benim hangisi olduğumu düşüneceksin:
Şekerin mi, çayın mı yoksa simidin mi?
Oysa ben düşünüyorum da...
Hiçbiri olmak istemezdim.

O sımsıcak ince belli bardakta tazecik çayı karşılıklı yudumlamak,
Gevrek ve mis kokulu simidi bölüşmek varken...
Ben...
Ben, hiçbiri olmak istemezdim!





17 Mayıs 2014 Cumartesi

SEMBOLLER

Bazen anlatmak istediklerim için kelimelerim yetmiyor, görebiliyorum. Belki de bir musibet bin nasihatten iyi olduğu içindir, bunu da görebiliyorum. Son birkaç gündür twitterda ve facebookta öyle çok insan semboller yüzünden sinirlendi ki dayanamadım ve açtım bir sayfa,yazıyorum. Kendi yaşadıklarımdan örnek vererek başlamak istiyorum:

İki gün kadar önce uzun zamandır bir araya gelemediğim yerli, yabancı arkadaşlarım ve yeni bir insanla sohbet etmek, paylaşmak ve hatta bu yolla bilgi dağarcığımı genişletmek istemem üzerine bir yerlerde oturduk. Gittiğimiz pek çok yerde müzik yoktu. Sorulduğunda maden işçilerinin ölümünden dolayı yas tutulduğunu müzik çalınmadığını söyledim. Daha sonra masamıza oturan başka arkadaşlarla şunun tartışmasına girdik, müziğin olmaması bir saygı mı?

Tartışmamız bir sonuca varmadı benim için. Bahsettiğim; bu tür şeylerin her birinin birer sembol olduğuydu. Müzik çalmamasına rağmen birileri yan masamızda doğum günü kutlayabiliyordu. Yargılamıyorum, birileri üzülürken birileri mutlu olur. Hayat böyle bir şey değil mi zaten.

 Sembollerle yaşıyoruz ve bunlarla yaşamaya dayatılıyoruz. Neden mi? Çünkü bunlar ahlak kuralları, dini öğretiler, yasalar kanunlar, ..lar, …lar, ..lar. Kısacası uymakla mükellef bırakıldığımız diziler. Aslında bir topluluk bünyesinde yaşıyorsanız özgürlükleriniz kurallarla ve bu da her bir bireyin özgürlüğünün diğerinin özgürlüğünün başladığı noktada bitmesiyle doğru orantılıdır.

Facebookta resimlerimizi değiştiriyoruz, sanki değiştirmeyenlerden daha çok üzülür gibi. Bende bir aralar değiştiriyordum ama artık bıraktım. Niye mi? Çünkü ülkemde olan her şeye duyduğum derin üzüntü nedeniyle bundan böyle hep simsiyah yapmalıyım facebook fotoğrafımı. Bu ülkede her gün birilerinin ölümüne, acısına göz yumuluyor. Peki, benim bunu yapmam kendimi rahatlatmaktan ya da hatırlamamı kolaylaştırmaktan başka bir işe yarayabilir mi? Belki. Ama emin olun başkaca insanlar ancak kendileri isterlerse görecektir ve hatırlayacaktır. Bu noktada makinesi kırılmadan önce benim gibi fotoğraf çeken birinin en derin anlamıyla gözlerine siyah bant çekmesi ne kadar doğru olabilir ki.

Her 25 Haziran’da, 10 Kasım’da, 28 Eylül’de, temmuzda, ağustosta… Siyah giydim. Ne ölülerim geri geldi, ne de geçtiğimiz haziranda siyah giymediğim için bana dünyaya farklı bakmamı öğreten adamı unuttum.

Yastayız demek için, radyoları, televizyonları kapatıyor, ensturmanlarımızı, sahne kostümlerimizi bir süreliğine bir kenara koyuyoruz. Sanki her melodi bizi eğlendiriyor, her sahneye çıkan komedi oynuyormuş gibi. Daha da genel bakarsak olaylara ezan okunurken de müzik dinlemiyoruz, günahtır, saygısızlıktır diye. Ölümlerin ardından düğünlerimizi acımız dinip, gözyaşlarımız kuruyana dek erteliyoruz.

Oysa o düğün ne zaman yapılırsa yapılsın yine de bir şey eksik oluyor. Yaşasaydılarla başlayan cümlelerle teselli ediliyor ve o cümlelerle teselli bulmaya çalışıyoruz. Namaza bir çağrı olan ezanın okunuşunda müziğin neden kapatıldığı alt metnini okumadan yargılıyoruz, bunu yaparken de teknoloji çağında yaşadığımızı unutuyoruz. Sembollerde kayboluyoruz bazen. 

Siyah yasın rengi! Ben kabul etmiyorum. Birileri öyle dedi diye uymakta istemiyorum ama bu toplumsal bir ahlak kuralı, cenazeye şıkşıkıdım gidemezsiniz. Bu cenaze sahibine karşı saygısızlıktır. Onun benim üzerimdekileri o acıyla görüp, algıladığını pek sanmasam da buna saygı duymalıyım. Fakat bu kültürel bir öğreti. Bildiğiniz üzere bazı toplumlarda cenaze törenleri düğün havasında olur. İnançlarına göre ölen yeni bir hayata doğmuştur ve bu kutlanmalıdır.

Ölüm! Her ölümde çoğunlukla insanlar kendi kayıpları için ağlarlar. Giden kişi olmadan nasıl yaşayacağımız meçhulüyle bir anda yüzleşmiş olmak bizi büyük bir elem ve kedere sevk eder. Hani elim kolum yok gibi, bir parçam gitti gibi denir ya… İşte kendi kayıplarımızadır o gözyaşları… Ya da…Ya da acımız, gözyaşımız, öfkemiz tıpkı Soma’da, Van’da, Gezi’de, 1986’da Çernobil’de, 2. Dünya Savaşında Almanya’da, Nagazaki’de, Vietnem’da, Kore’de yani her yerde bir şekilde yapılan büyük haksızlıklara, sorumsuzluklara, insana duyulmamış saygısızlıklaradır. Bu müzikle, tiyatroyla, dizilerin, eğlence programlarının olup olmamasıyla çokta ilgili değildir.

Aksine türküler yapılmalıdır, şiirler yazılmalıdır, oyunlar oynanmalı, filmleri çekilmelidir tüm bunların. Gelecek için, unutmamak, unutturmamak için.

Saygısızlık insanların hislerini yok saymakla olan şeylerdir. Bir kardeşin, oğlun, babanın, ananın feryadı kaybınadır, ister yuh der, ister defol der. Acılı bir halka tokat atmak, onurlu bir davranış değildir. Asıl onun tokadını yeme nezaketini göstermek yüceltecektir. Öfkeyle yerinden kalkmış insanların acıyla yanan kalplerini Toma’nın suyuyla söndürmeye çalışmak onları ve hislerini küçümsemekten başka bir şey değildir. Ölmüş canlar üzerinden şov yapmak, reyting toplamak habercilik değildir. Bende Somaya gidip ailelerin acılarını paylaşabilirim. Her ananın, babanın, evladın, kardeşin acısı, öfkesi hemen hemen aynıdır. Mühim olan sorumlularla konuşabilmek, süreci gerek hukuki gerek siyasi takip edebilmektir.

İki gün sonra işlerine geri dönen insanların kapitalist sistem dâhilinde büyük bir para kaynağı olmuş eğlence sektöründe çalışıyor olmaları inanın yapılabilecek en büyük saygısızlık değildir.

Dileğim bu yazımdan sonra sembollerinizi ve sembolleştirilmek istenen içi boş fikirleri sorgulamanız yönündedir.

Teşekkürler…


5 Mayıs 2014 Pazartesi

KADIN+ERKEK≠ AŞK



“Günün birinde bir erkek kalbinin çölünde bir serap gördüm. Serap yağmur duasına dönüştü zamanla, dua deryaya. Böylece doldurdum kumu balıklarla. Seraptan da duadan da yorulduğum zamanlarda adam döndü bir deniz-mezarlığa. Balıklar çırpınmadan bir anda öldü. Ve gördüm ki ben, yine aynı adamda yeniden icat edebiliyorum suyu, yeniden serap, yeniden derya ve yine dolduruyorum balıklarla bir adamın çölünü. Bütün aşklar budur. Aşk, kadınlar yorulunca biter. Kadınlar bir adamı değil, bir mezarlığı terk eder. “  [1]

Kadın-erkek meselesi ne sanıldığı kadar girift ne de aksine basit bir mesele. Nitekim aşkta öyle... İkisinin de daha asırlarca ömrü var konuşulmak için. Yazılmak, düşünülmek ve tartışılmak için… Ve en çokta okunmak için… Üstte yazılan paragraf bana ait değil ama bu öyle düşünmüyorum demekte değil. Çünkü bende bir kadınım ve bu, benimde meselem. Ve evet, kadınlar yorulunca aşk biter, kumdan kaleler yıkılır gider.
Elbette ki erkekte insan, o da çok ama çok seviyor kadını. Hatta kimisi şaşılası duygularla severken bir kadını, gözlerindeki ferde kadının aksini bile öyle büyütüyor ki ferin ışığıyla kör oluyor da bana mısın demiyor. Ama şu var; kadın ne zaman ki feri kalbiyle gölgede bırakıp gidecek oluyor, sevmiyor, olmuyor, yapamıyor, değişiyor ve değişmek istiyor ait olan kalplerle… İşte o zaman kötü oluyor. Fettan oluyor, duygularla bir oyuncak gibi oynuyor. En kötüsü de değişirken bir adam uğruna, adamı öyle kabul etmediği için suçlanıyor. O güzellik erkek nezdinde böylece lanetleniyor.
Yalan değil tabii, fettan kadın da var, tıpkı gazoza ilaç atan kötü adamlar gibi. Ama meselemiz de onlara şimdilik yer yok. Yoksa daha da çıkamayız işin içinden.
Ne diyordum?
Hahh..
Aşk mı karışık bir konu kadın- erkek mi? İkisi de seçeneği bugünün doğru cevabı.
Peki, yuvayı gerçekten dişi kuş mu yapar? Bunun cevabı da genellikle evet.
İşte bundandır aslında kadın bitti dedi mi, yuva yıkılır. Çünkü o güne değin ne sulanacak çiçekleri kalmıştır pencere önünde, ne de ısıtılacak bir yüreği… Hepsi tek tek kırılmıştır; saksısında çiçekleri, kaburgalarında kalbi uzunca bir süre direnmiştir ama… Sonunda kadın erkeğin haberi (çoğunlukla) olmadan gitmiştir.
Erkekse bu direnişi görmemiştir. Kadınıdır, çiçeğidir, onundur oradaki. Hep çiçek açmıştır ama bir gün bile nasıl diye sormamıştır. Bu değirmenin suyu nereden gelir hiç merak etmemiştir ya da belki göreceği sevgiden korkmuştur. Olmuştur nihayetinde böyle şeyler. Trip deyip çekilmeyen fazladan suratsızlıklar iki çift tatlı sözü beklerken çok seven erkeğin kalbi oracıkta mıhlanmıştır da diyememiştir iki çift sözü. Olmuştur. Ve en kötüsü de gitme diyememiştir kadınına deli gibi severken. Tüm dünyayı ayakları altında ezerken kadını için gururunu ezememiştir.
Evet, hikâyede kadın gitmiştir, direnmiştir, güçlenmiştir, erkek pespaye… Kadını gitmiştir, annesinden sonra pantolonunu ütüleyen, yemeğini yapan, evine, işine, eşine yetebilen o şahane yaratık yoktur. Çok sorun değildir belki de. Ama artık pantolonlar çift çizgi, sofralar tek çeşit, baharatsız yemekle dolmuştur çoğunlukla. Çorap tekleri kayıptır, çift çorabın burnuysa yırtık. Banyoda yedek macun bulunamamıştır. Çünkü o güne kadar bunları hep kadın yapmıştır. Uçup gittiğindeyse erkek kuşun kanadı kırılmıştır.
Şimdi tüm bunların aksine bir şey söyleyeyim size.
Bu anlattıklarımın hepsi insan: Kadını da erkeği de… İnsan denen hata yapamaz mı, yapar. Ama bunun boyutlarında muhtemelen hem fikirizdir.
Asıl mesele bu işte.
Kadının da erkeğinde kalp varlığı. Acıya tahammül, aşka duyulan açlık…
Mesele bu…
Mesele aşk denen yerde hep bir tarafın diğerini daha çok sevmesi, diğerininse yetişememesi. Bedenlerin birbirini tamamlaması gerekirken, çoğu çoğu kalplerden birinin diğerine bir beden büyük gelmesi meselesi bu…
Sabır meselesi…
Kalplerin beden kadar büyümesini bekleme, kadını sevmenin ötesine gitme meselesi… Çoğunlukla anladığını uygulama ya da uygulayamama meselesi…
Hemcinslerim karşı cinslerim, mesele uzun… Ben şimdi ne desem boş…
Ümidim teknoloji!
Bu mesele psikolojinin empatisiyle olacak iş değil. Teknoloji ne zaman ki bir erkeğe kadın gözlüğünü tüm ayrıntılarıyla yapar, kadına da erkek gözlüğünü, işte belki o zaman kötülüğü görülür, iyiliği yaşanır.
Yani ispat yapmak gerekirse kurulan denklem yanlış. Asıl denklem şöyle;

KADIN÷ERKEK = AŞK  ve AŞK=1


[1] Temelkuran, Ece(2013), “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”, Everest, 244.sy.

30 Nisan 2014 Çarşamba

YİNE OLMADI !!!


Olmadı anne, yine beceremedim kapitalist olmayı. Olmuyor, yapamıyorum. Beceremiyorum işte. Damağımda bambaşka bir tat, gözlerim bambaşka vitrinlerde, yüreğim yangın yeri, aklımdakiler ipe sapa sığmaz delinin fikirleri…

Yine bir Anka’nın külleri misali yanıyorum, anne. Yakıyorlar küllerimi, yine doğuyorum.
Anarşistim…
Farklıyım…
Cinsiyetini görmezden gelen, cennetin, cehennemin arasında kalmış bir zavallıyım…
Kendi doğrularında, kendi yolunda, yapayalnız bir bedende milyonlarca deliden biriyim.
Farklıyım.
Farklılığımla varım!
Ne kadar kaçmaya çalışsam da olmuyor. Bundan asla kaçamayacağımı biliyorum. Hayatta karşıma çıkan herkes böyle olduğumu yineliyor. Ben hep böyleydim zaten: FARKLI!
Okul hayatımın daha en başlarında yaşadığım o sancılı süreçte bundandı.
Olmadı, yine yapamadım.
Öğütlere uyamadım.
Duygularımda mantığımı, mantığımda duygularımı aramadım. Saçmalamam gerekti, acıtmam gerekti kendimi ve bunu yaptım.
Anarşistim.
İçimde yaşıma inat büyümeye karşı çıkan bir çocuk var. Kokuşmuşlara, kocamışlara inat eden bir çocuk. Hayır, bu böyle, böyle olmalı diyen bir çocuk. Yorulmaktan usanmayan, düştükçe yaralarına gülücükler çizen bir çocuk.
Bunu soğuk betonda oturan o sokak çocuğunun peşinden ciğerlerim yana yana koşarken anladım.
Oysa sadece çantamda taşımak için bir mendil aldım.
Neden bunu yapıyor ki şimdi, hepsi aynı, dedirten bir açıklama yaptı: Eve gideceğim, otobüs param yok, onun için satıyorum abla. Mendilimi aldım ve birkaç adım attıktan sonra merak ettiğim bir soru için döndüm. Ama yoktu.
Kaşla göz arasında kaybolmuştu.
Koştum.
Meraklı gözlere aldırmadan koştum. Sordum en yakın otobüs durağını, bilmiyordu tekelci. Ne biçim adamsın diyemeden, kızamadan koştum. Bildiğim en yakın durağa koştum. Bulamadım. Soramadım da; bu dünyada en çok neyin değişmesini isterdin, diye.
Ah kıvırcık saçlı güzel yüzlü çocuk, adını bile soramadım ki sana.
Ah bu bıkkınlığım…
Ah bu yorulmuşluğum...
Her yorulduğumda yaptığım gibi dalmıştım oysaki denize. Ayaklarım götürmüştü beni o masmavi köpük köpük denizin kıyısına. Yine dalgalarıyla sarmıştı bedenimi ve yine karışmıştı gözyaşlarım sularına. Olur muydu her deniz böyle. Olurdu. Deniz bambaşka bir duyguydu. Ama denizsiz memlekette denize dalıp çıkınca böyle olmamalıydım. Daha erken açabilmeliydim sana gözlerimi.
O kıvırcık saçlarını okşayacak gücüm olmalıydı.
Keşke o kısacık an şimdi yaşansaydı be çocuk.
Adını soramadım, sorumu da...
Ama senin adın umut olsun çocuk…

Senden, benden vaz’geçtiğini söyleyenlere inat, senin adın umut olsun! 

2 Nisan 2014 Çarşamba

DAR AYAKKABIYLA YAŞAMAK!

Bölük pörçük anılarımda annemin beni elimden tutup tiyatroya götürdüğünü hayal meyal anımsıyorum. Çocuk rüyalarımda uçsuz bucaksız bir denizi yararak Nuh'un gemisinde pek çok karakterin gelişini, hiç tanımadığım hayatların kulaklarımda uğuldayan seslerini, şimdi daha iyi görüp duyabiliyorum.

Küçüktüm ve kocamandı dünya hayallerimde...
Benimdi, dünyamdı, pek çok insan, pek çok hikaye vardı...
Ama neden sonra; ben büyüdüm, dünyamsa küçüldü ve hayallerimle birlikte kırıldı gönlüm.
Oynayamasam da pek çok oyun izledim, daha da güzeli tamir ettim kırılan hayallerimle birlikte gönlümü.
Yıllar geçti, üniversiteye gittim, tekrar sahneye çıktım, oynadım, izledim, alkışlandım, alkışladım... Ama kendi içimde gönül borcum olan Eskişehir'deki oyunları takip etmekten hiç vazgeçmedim, izleyemesem bile...
Not düştüm gitmem gerekenlere... 
Gözü Kara Alaturka, Kaç Baba Kaç, Keşanlı Ali Destanı ve Palto...
Döndüğümde artık hiçbiri oynanmıyordu sahnelerde.
Yeni oyunlar geliyordu ve ben hayıflanıyordum izleyemediklerime. 
Çok geçmeden Eskişehir yine uslanmaz bir çocuk misali ceplerinde taşıdığı o sihirli dünyayla gönlümün parçalarını toplamaya başladı. 1 yıl boyunca beklemiş olduğum Sidikli Kasabası'nı, 2 yıl bekleyip de umudu kestiğim ve en önden izleyebildiğim Hüzzam'ı ve izleyemesem de oyuncusuyla artık bir merhabam olan Palto'nun sıcaklığını sundu bana...

Bu memlekette onca şey yaşansa bile gördüğüm her güler yüzde, güzel yürekli insanların, fikir Robin Hood'larının hâlâ var olduğunu ve savaşıyor olduklarını görebilmek beni teselli ediyor.

Oysa, ben küçük şeylerden mutluluk oyunlarımı halen daha sürdürürken sadece 2 gün önce aynı gülen yüzlerin de benim gibi ağlayamadıklarını gördüm.

Sistemin adeta bir böcek ilacı gibi üzerimize sıkılmışlığı, anadan üryan pespayeliği,seviyesizliği…
Haksızlığın oyunuydu yine sahnedeki…
İklimi, coğrafyası, milliyeti... Her bir haltı farklı olan bir insanın yaşadıkları bizim yaşadıklarımızdan hiçte farklı değildi.
Ve her zaman olduğu gibi tüm o kalabalık sadece izliyordu olup bitenleri.
Başka ne yapılabilirdi ki?!

Zaten onca insanın arasında hep bir kaç deli değil miydi bir şeyler yapmaya çalışan?

Oyun bittiğinde bedeninden büyük kalbinin varlığına inanmak istediğim yepyeni bir insana daveti için teşekkür edebildim mi, hatırlayamıyorum, ama anlayan için iyi ve anlamlı bir oyun olduğunu söyleyebildim sanırım.

Yol boyu içime işleyen soğuğun havadan değil de cahil olamayışımdan olduğunu anladığımdaysa dudaklarımdan dökülen bir kaç parça sözden daha fazlası olmadı:
Artık çok geç!
Artık cahil olabilmek içinde, mutlu olabilmek içinde çok geç…
Belki de bunun için anneme kızmalı ya da şükranlarımı sunmalıyım. Bilemiyorum.

Sanal bir dünyadan gelen küçücük bir bilet, küçücük bir mutluluk ve yine aynı küçük biletin suratımın orta yerine indirdiği bu kocaman şaplak. Oysa kimileri için önemsiz, küçük ayrıntılar bazıları için nasıl da önemli şeylere dönüşüyorlar…

Salonun karanlığında havada asılı kalan üç beş kelimeden arda kalan ben ise şimdi daha da mutsuzum.
Oyundan mı?
Hayır!
Beni asıl mutsuz eden şey anadan üryan haliyle karşıma çıkan gerçekler...
Dar olan hiçbir şeyle yaşanmayan şu koca dünyada; 
Dar bakışlar, dar kafalar, dar zihniyetler...
'MUTLU'  yaşayabilmenin adresleri…
İster kabul et, istersen etme...

Yine de aramızda kalsın, bu yazıyı sabredip buraya kadar okuduysan:
Zaten çoktan mutsuzluğun kapısını aralamışsındır, ya saman kokulu bir kitapla ya  şairi mimli şiirlerle veyahut sonradan yasaklanmış bir tiyatro oyunuyla... Belkide bir sazla, sözle.
Hiç farketmez.
Ama geçmiş olsun ve yeniden hoş geldin: Umudu aradığın karanlık dünyaya…

***

12 Şubat 2014 Çarşamba

AHH BE ADAM, SEN DE…



Gidin başımdan!!!
Camdaki siluetimle bırakın beni… Onunla yüzleşebilmeyi şimdi daha çok istiyorum. Bunca hengâmeye inat kendimle baş başa dertleşmeyi…
Yada durun!!!
Nedendir bilmem, yalnızken sarıyor insan kendine… Gerçi uzun ve tekdüze şeylerin hepsi öyle… Çok yalnız kaldım ben… Bırakmayın beni kendimle…

Beceremiyorum… Yani olmuyor, olmuyor istesem de…

Hııhh… Şu adama da bak… Nasılda kıskandırıyor beni…
Sanki sevişiyor gitarıyla…

Hadi amaaa… Bakma bana öyle ters ters…  İki bacak arasına sıkıştırma kendini… Bahsettiğim sevişmenin bu kadar sığ olmadığını biliyorsun. İki bacak arasındaki fütursuzluktan, terbiyesiz fantezilerden, tanımadığın ya da tanıdığını sandığın bedenlerle yaşadığın o hayvani şeyden bahsetmiyorum ben… Bu belki de hiç yaşayamayacağın bir sevişme… Daha insanca, daha duygulu, daha saf ve daha… Daha başka bir şey işte... Bunu ancak âşıkken yapabilirsin. Bu başka bir tutkunun eseri…

Bırak ruhunu ve fikirlerini! İzin ver onlara da bu adamın elleri gibi parçalasın önüne gelen penaları.

Bağırma !!!
Şu gitarın telleriyle evli sesi gibi adamın: Al en derin ve temiz duygularının nefesini ciğerlerine… Yetmez… Şişir o hiç hissedemediğin diyaframını… Hisset bir anne gibi, canına kattıklarını kalbinin hemen altında… İzin ver ellerine… Hissetsin yârinin saçları gibi tellerini gitarın… Rüzgârın saçlarını dağıtması gibi notalarıyla, vurgularıyla bırak dağılsın saçların…

İşte böylesine bir sevişme bu… Ruhun bedenle sınırlanmış hapishanesinden kurtulması kadar özgür…
Kalbin bedenine büyük gelmesi kadar inanılmaz…

İşte yıllardır ağırlığıyla ezildiğimi sandığım ama âşık olunca anladığım ve özgür kaldığım ismimin anlamı bu…

Oysa aynı adam korkmuş benim sahipliğinde boğulduğum maskelerimden…

Adam; benden de maskelerimden de korkma…

Benim maskelerim tamda senin durduğun yerde… Orada!!!
Sen gitarınla aşkını taşırken sırtında…
Ben aşkımı karanlık sahnelerin tozlarına emanet etmekteyim…

Çağırır beni gecenin karanlığı.
Hani şu seninde söylediğin, dünyanın en çıplak hali olduğunu bildiğin gece...
Aklıma geliyor be adam!
Yüzleşmeye korktuğum şeyler bir bir aklıma geliyor...

Sen bu işe ne dersen de…
Artık senin ya da başkalarının zihnindeki etiketlerime, barkot fiyatlarıma bakmıyorum…
Ne dersen de…

Ama bana yapmacık deme…

Çok duydum bu kelimeyi… Çok gözyaşımı bu kelimeye töre diye bedel verdim. İnsanların tek kelimelik kurşunuyla vuruldum çok kez…
Ama ben neşemde de, öfkemde de, sarılmalarımda da, öpmelerimde de…
Ben onların maskelerine inat hep ben oldum.  Samimi oldum.
Yapma bunu bana…

Bilirim anlamaktasın beni… Kelimelerim sana da kalbine de ulaşır. Bilirim…
Bilmek. Ne güzel şey be adam…
Bu geçmiş acılarım canımı acıtırken tamda arkamda denizin parçası şu balığın ölümüne tanık olmam…
Bilmek. Acıdır be adam…
Şahıs zamirlerinin hepsi bildi de ne oldu?
Sen…
Sen yine de denizinde yıka benim kusurlarımı…
Alınma, darılma, kızma bana… Samimiyim ben…
Bakma bir kitabın arka kapağına…
Kapak resmine bakarak yargılama…
Hoş, senin öyle bir adam olmadığında aşikâr ya…
Sen yine de yapma!
İçindeki kelimeler…
Belki duymak istediğin en samimi kelimelerdir be adam…
Dinle…
Belki o kitabında vardır sana söyleyecekleri?