Bir insan hiç bilmediği, hiç görmediği hatta belki
de hiç göremeyeceği bir ülkeyi neden sever?
193 ülkenin ben buradayım dediği haritaya şöyle bir
bakıyorum da; küçücük bir ülke. Koskoca Çin’in, Rusya’nın yanında dikkat
etmesen görünmeyecek kadar küçük. İyi ama bu küçük ülke benim küçücük kalbimde
neden bu denli büyük bir yere sahip? Onca toprak parçasının içinde neden bana
göz kırpıyor ve ben buradayım diyor?
Oysa çocukluğumdan bu yana kitaplarla, filmlerle
gezdim dünyayı, Latin Amerika’dan Afrika’ya, soğuk Rus topraklarından Yağmur Ormanları’na…
Venedik’te sandal keyfi, Fransa’da Paris romantizmi… Onca insan tüm bunların
hayaliyle iç çekerken ben, Seul’un ara sokaklarını, şehrin ortasında Buda’yı,
geleneksel evlerinde kaybolmayı, Han Nehri’nde gezintileri ve Japon Denizi’nde
gün batımını izlemeyi hayal ediyorum. İngilizce öğrenmek için açtığım tüm
dizileri yarıda bırakıp, hikâyelerin ilk üç sayfasından sonrasını merak
etmiyorum. Çünkü biliyorum! Sevmiyorum tek gecelik aşklarını, aldanışlarını,
beylik laflarını. Çocuk olmayacak kadar büyük, büyümeyecek kadar çocuğum ve
gerçek samimiyeti Kore filmlerinde, dizilerinde arıyorum. Evet, buluyorum da.
Tıpkı eski Türk filmlerinde bulduğum gibi.
Tüm bunlar olup biterken hemen sonra bambaşka bir
dünya keşfediyorum!
Aynı benim gibi, aynı bizim gibi; köyleri olan,
türküleri olan bir başka yer. Bir torun görüyorum dedesini selamlarken ve
dedemi hatırlıyorum elini öperken. Kurutulmuş mahsullerin başında anneannem
gibi bir yaşlı kadın… Bir başka film karesinde ailece yemek yiyen insanları
görüyorum; dizlerini büküp ayakları üzerine oturan, aynı kaptan yemek yiyen insanları; köyümde
bağdaş kurup oturduğum yer sofrasında aynı kaptan içtiğim çorba gibi. Ben gibi,
biz gibi…
Neden sonra yanımda beliren insanların tüm Asya
halklarını birbirine benzetmelerinin çok büyük bir yanılgı olduğunu fark
ediyorum. Tüm o insanların gözlerinde görüyorum: Her birinin hikâyesinin
farklı, hayallerinin bambaşka olduğunu. Öyle ki 72 milletten insanın var olduğu
ülkeme verilecek bir ders gibi 50 milyon farklı hikâyeyle karşılaşıyorum.
Bu aynılıklar içinde farklılıkları keşfediyorum:
Dillerindeki cenneti, dünyayı, insanı simgeleyen harfleriyle evreni ne kadar da
çok sevdiklerini, onlardan öğrenmem gereken çok şey olduğunu, yeniden
keşfediyorum. Tavşankanı çayımın buharıyla beliren hayallerimde yeşil çayın
tazeliğine aldanamadan düşünüyorum tadını. Yemeklerindeki acıyı merak ederken
buluyorum kendimi. Bir gün diyorum. Acaba bir gün, yaşadığım bu topraklarda da
mümkün olur mu bir erkeğin ayakkabılarını bir kadınla değişmesi? Hem de sokak
ortasında! Tüm bunları ve bilmediğim, göremediğim bu dünyayı hayallerimle keşfe
çıkıyorum. Aslına bakılırsa içten içe çok farklı yanlarımızın olduğunu
biliyorum veya bana öğretilenler nezdinde farklı olması gerektiğini
düşünüyorum. Ne de olsa her iklimin kendine özgü yağmurları var kavrulmuş yüreklerin
ateşini söndüren, bambaşka melodilerle uğuldayan ve toprağı savuran rüzgârları
var. Gökkuşağı'nın renkleri her yerde aynı diye her coğrafyada aynı mı sanki.
Peki ya her insanda bıraktığı duygu? Bütün bunlar neden aynı olsun ki?
Kendime olan yolculuğum bitmemişken yeniden ve
yeniden adım atıyorum bu ülkeye; hayallerimde, kitaplarımda, araştırmalarımda…
Ve düşünüyorum sevgi denen şeyin gerçekten bir nedeni olabilir mi diye. Sevmek
için ille de bir neden ararken aynada gözlerimle karşılaşıyorum; gözlerimde
yanan fer aydınlatıyor ruhumu ve zihnimi: Sevmek için neden aramak, sevmek için
zorlamaktır yüreği. Seversin sadece! Sevmenin nedensizce olduğuna inanarak…
Öylece seversin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder