29 Ekim 2016 Cumartesi

MARKANA SAHİP ÇIK!

             

Ülkemizin 93. Kuruluş yıl dönümü!

93 koca yıl!

İyisiyle kötüsüyle ayakta kalmış bir ülke. Biz göremeyiz ama “Yıkılmaz ülke” diyecekleri 900’lü yılları aynı toprak bütünlüğü içinde, sağlık, huzur ve gönençle torunlarımızın, torunları görür umarım.

Ben bu bayramı, şanlı tarihimizden tekraaar tekrar bahsederek kutlamak yerine,  geleceğe yönelik önerilerle kutlamanın Türkiye’nin gelişim senaryosu için daha yararlı olacağını düşünüyorum. Göremeyeceğimiz 900’lü yıllar için!

Bu ülke de tek başıma bir savaş veriyorum!

Henüz kendim gibilerle karşılaşamadım ama çok fazla insanda aydınlanmaya neden olduğumu düşünüyorum.
İşte bu yazıyı da daha fazla aydınlanmalar olsun diye yazıyorum.

Yüksek Lisans öğrencisi, lisanı olan, işsiz bir vatandaşım.
Benim durumumda binlerce insan var. Okuduğu okulla ilgili iş yapanlarsa bu ülke de şanslı!
Geri kaldığımız yönler aşikâr, sorunlarımız belli. Tekrarlamak, içimizi karartmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Bahane üretmekte hiçbir sorunu çözmüyor.
O zaman gelin, bir kurtuluş senaryosu yazalım. Kendimizce, halk olarak bir çözüm üretelim!

Bu yazıyı okuyanların şöyle bir evinde dolaşıp banyoda kullandığı sabuna, şampuana, kreme bakmasını rica ediyorum.
Mutfaktaki temizlik malzemelerine, beyaz eşyalarının markalarına…
Gardırobundaki giysilere, ayakkabılarına, bilgisayar ve telefonlarına!

Kaç tanesi Türk markası?
Biz kaç tane Türk markası biliyor, güveniyor ve kullanıyoruz?
Artık kaç tane okulda, kaç tane öğretmen "Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı" söylemiyle, yerli malı haftalarında Türk markalarından bahsediyor? 

Geçtiğimiz günlerde Sabahattin Tuncer’i kaybettik. Kaç kişi bu ismi tanıyor? 1 kişi, 2 kişi, 10 kişi?
Eyüp Sabri Tuncer desem? Yönetim kurulu başkanı desem? 1923'te dünyaya gelmiş desem?

Kore’ye gidip geldim ve daha iyi anladım; kullandıkları ürünlerin hepsi kendi markaları!

Çevremde pek çok yabancı arkadaşım var! Her biri Türkiye’nin büyük bir potansiyele sahip olduğunun farkında.

Dur! Sen söylemeden ben söyleyeyim “ O potansiyeli kullanmamıza izin verilmiyor.”
Neden izin istiyorsun kardeşim. Potansiyeli kullansana!

Belki birkaçınız sosyal medyada görmüştür, bir yabancı ‘haykırıyor’ ; Türkiye bir cennet, neden çöp atıyorsunuz, neden temiz tutmuyorsunuz bu ülkeyi, diye. Cahil miyiz gerçekten de?
Şimdi bir düşünelim, "cahil olmayan" kaçımız o çöplerden şikayet edip, iğrenmek yerine ve ‘çöpçünün işi, bana ne, temizlesin!’ düşüncesinden vazgeçip o çöplerin bazılarını topluyor? 

İşte mesele burada! Ülkemizi sevme biçimimizde.

Amacım reklam değil. Ama evime bakıp ne yaptığımı fark ettiğimde elimden gelen en üst düzeyde! Türk ürünleri kullanmaya, paramın Türk işçilere ve sanayicilerine gitmesine karar verdim! Öyle ya da böyle zaten birileri zengin olmuyor mu? Peki neden benim param Hans'ların, Gratel'lerin cebine gidiyor?

Eyüp Sabri’nin Zeytin Yağlı sabunuyla başladım işe.
Rebul’ün bir Türk markası olduğunu; parfümleri olduğunu öğrendim.
Banat diş fırçasının TEGV’e destek verdiğini keşfettim, ambalajının arkasında Made in Turkey’i ararken.
Bebak’ın makyaj temizlemek için en sağlıklı krem olduğuna, Duru ve Arko'nun Evyap'ın birer alt markası olduna...
Komili'nin zeytin yağından daha fazla anlam taşıdığına, Otacı'ya, Molped’e bu arayışta rastladım.
Hatta Gratis’in Türk mağazası olduğunu ve ADL (Adil Işık)’nin küçücük bir atölyeden Avrupa’ya açılma hikâyesini bu arada keşfettim!
Potansiyelimizin farkına vardım!
Türk Hava Yolları’nın dünyanın en iyi 4. Havayolu şirketi olduğunu ve istikbali aramak yerine Türk topraklarına, Türk insanına kazandırmaya karar verdim.

Müsait bir zamanınızda bir göz atın bu sitelere:
https://www.eyupsabrituncer.com/
http://www.atelierrebul.com/
http://www.arcelik.com.tr/
http://www.hayat.com.tr/
http://www.turkishairlines.com/tr-tr/
http://www.komili.com.tr/html/general/
http://www.evyap.com.tr/
http://www.bebak.com.tr/en/anasayfa
...
Sizde farkına varın, KENDİ MARKALARIMIZIN ZENGİNLİĞİNE.

Unutmayalım; MARİFET, İLTİFATA TABİDİR.
İltifat edelim, kendi değerlerimize!

Az önce okudum, bir yabancı arkadaşım, ülkesinde ortaya çıkan politik bir sorun için sosyal medyada uzun bir yorum yapmış ve bir kısmında şöyle diyor:
"... ülkemiz bayağı yanlış yere gidiyorken onu doğru yöne çeviren biz olmamız lazım. Çünkü ülke bizim." ( Türkçe Yazmış)

Kendi mallarımızı aşağılamaktan, güvensizliğimizden, birilerine özenmekten bıkmadık mı? 

Bakın bir söz var, ben çok severim:
KOL KIRILIR, YEN İÇİNDE KALIR!

Emin olun evinizdeki Siemens'lerin, Samsung'ların, LG'lerin yerini Arçelik'ler, Beko'lar Vestel'ler çok iyi bir biçimde alabilir. 

Her gün sosyal medyada onlarca yabancı marka beğeniliyor.
Basit bir örnek: Dove'un milyonlarca beğeneni var, peki ya Türk markalarının? Neden bu kadar utanıyoruz kendi markalarımızı beğenmekten?
"İyi de reklam yapsınlar o zamaaan!" demek bu işin kolayı. Oysa her gün kullandığımız markaların etiketlerini üzerimizde, poşetlerini elimizde taşıyarak reklamlarını biz yapıyoruz! Hemde bedavaya!

Sen sahip çıkmazsan yerli malına inan bana kimse sahip çıkmaz, işini iyi yapmazsan, yurt dışına bağımlı olmaya, mühendislerini, doktorlarını, işletmecilerini, girişimcilerini okutup, büyütüp, paketleyip başka ülkelere postalamaya mecbur kalırsın! 
Yurt dışına çıktığında da seni "kebap" kelimesinden daha fazla tanımadıklarını görürsün!

%100 dışa bağımlılığı kaldırmak şu an ki sistemde ne akıllıca ne de mümkün ama minimuma düşürüp ihracatı arttırmak bizim elimizde.

Benden naçizane bir tavsiye: SAHİP ÇIK. Yerli malına, onun için çalışan insanlarına, işçilere, sanayicilere! 
SAHİP ÇIK; Parana, malına, mülküne, itibarına.

Çevrenin güzelliklerine SAHİP ÇIK! Bu memleket senin, bu DÜNYA senin!

SENİN OLANA SAHİP ÇIK!

20 Eylül 2016 Salı

İSMİNİN ÖNEMİ YOK!


Bir insanı unutabilirsin,
Bir insanın sana neler yaptı
ğını da unutabilirsin,
Ama o insanın sana ne hissettirdi
ğini asla unutamazsın!
                                                                              Sigmund Freud                                            

Amacım soytarılık yapıp aman okurlarımı biraz daha mutlu edeyim,değil!
Ya da tam tersi, içleri acısın, burkum burkum burkulsun yürekleri derdinde de değilim!

Benim derdim gönlümle!
Bir insanın gönül meselesi olunca işler istemsizce acıklı bir hal alıyor.

Güzel bir arkadaşımın vesilesiyle bundan yaklaşık bir ay önce bir grup insanla tanıştım. Bir meseleleri vardı onlarında. Ama ben gibi ama değil. Derinini bilmem.

Amaç belliydi: Paylaşmak.
Bakın bu kelimeye dikkat edin, yardım etmek demiyorum.  Bahsi geçen şey paylaşmak!
Halk dilinde bu yardım olarak geçer, bense paylaşmak diyeceğim yaptıklarımıza.
Nasıldı, neredendi, kimdendi?  Bunun sorgusu olmaz!

Koliler dolusu kıyafet, ayakkabı ve oyuncak paylaşılmıştı, birbirlerini tanımayan insanlar arasında. Bizim yaptığımızsa zamanımızı, hani şu nakit olan, bizi zengin eden, çok değerli zamanımızı, hiç tanımadığımız insanlarla paylaşmaktı. Bir elin verdiğini ona göstermeden berikine uzatmaktı.
Kolileri yığdık bir kamyonetin ardına ve vurduk kendimizi yollara.

Bundan yıllar önce, gönlüm kırılmadan çok önce yine böyle güzel şeyler yapmıştım. Ama bu başkaydı. Ertesi gün daha iyi anladım.

Ortalama 6-7 aylığına dönemlik işçi olarak gelmişler. Gittiğimiz yerde çoluk çocuk 100 kişi yaşıyormuş. Hani o “filmler”de gördüğümüz ve sadece “filmler”de olacağına inanmak istediğimiz çıplak ayaklı, elleri yüzleri toprak, gözleri umut dolu çocuklarla doluydu o kupkuru, sıcaktan kavrulan topraklar.
Bezden çadırları, yerde hasırları…
Yine “misafir”dik onların hayatlarında. Gelip “giden”!

Hemen çay koydu kadınlar. Toplaştı çocuklar. İndirdik kolileri; bir heyecan, bir hevesle. Açmadılar bizim yanımızda. Sonra bakmışlar kendi aralarında.

Bir abla; kucağında bebesi, eteğinde ötekisi.  Arapçası, Türkçesinden iyi. Çocuklarsa Türkçe bilmiyor. Anlaşmaya çalışıyoruz. Çocuklar benden de Iraklı arkadaşlarımdan da çekiniyorlar.
Oysa göz açık kapamak kadar kısa; iki elimden tutmuş iki çocuk. Bir çember olmuşuz ve oyun oynuyoruz.

O gün öylece bitti. Ama bir de ertesi günü vardı bu işin.
Ertesi gün onlara hediye götürmek için çıktık yola. Kim bilir nasıl sevinecekler, diye…
Göç dediğin şeyin kaydı küreği zor! Gelenin gidenin zamanı belli değil.
Kimi çocuklar bu ve benzer durumlar nedeniyle hediyesiz kaldı!
Bir de maddi sıkıntılar var tabii… Yardım edenler kısıtlı olunca, bir şeyler hep eksik kalıyor!

Hani yazının başında unutulmayacak hislerden bahsetmiştim ya.
O günde öyle bir gündü işte!
10 yaşlarında güzel bir kız çocuğu. Türkçesi çat pat. Ama beni anladığını sanıyorum. İsmi yok listede. Okula kayıtlı değilmiş. Eh haliyle hediyesi de. İçimiz buruk.
Neden okula gelmediğini soruyorum:
Tarlada işçi!
Patates topluyor!
Hem de o küçücük elleriyle.
Kaç saat çalışıyorsun, diyorum.
Bilmem ki, diyor.
Gösteriyorum: Beş, altı…
Oysa okuma yazması yok ki beşi altıyı bilsin.
Bak diyorum senin okul kaydın yokmuş. O yüzden yok listede adın. Kayıt ol, tamam mı, diyorum. Tamam, diyor ve çadırına gidiyor.
Bizde çay içip kalkacağız.
Ama sinmiyor ki içime.
Laf arası “annem tarlaya gönderiyor.” dedi bir kere.  Nasıl rahat durayım.
Iraklı arkadaşımı yanıma katıp koşuyorum çadırına.
Bir liste oluşturuluyor zaten eksik kalanlara. Meğer orada da 1-2 çocuk varmış. Onlarında isimlerini alıyoruz ve güzel gözlü kız çocuğunu yanımıza katıp tek odalı okula gidiyoruz.
Öğretmen ders bitince kaydederiz, diyor.
Sınıfta boş yeri gösterip oturtuyoruz onu ve gitme vakti.
Birkaç öpücük, koca bir sarılma ve ardımda bıraktığım yeşil bir saç tokası…

O beni ne kadar ve ne zamana kadar hatırlar? Okur mu, devam eder mi?
Soru yığınlarını yüklenip omuzlarımıza, gönlümüz, aklımız biraz da orada, “medeniyet”e dönüyoruz.
Göçmenleri, milliyetlerini, okumamışlıklarını beğenmeyen ama o küçücük ellerin topladığı patatesleri iştahla yiyen insanların arasına geri dönüyoruz.

O elleri görmeyene, o yüreği yüreğine katıp büyümeyene anlatılmaz belki o patatesin değeri. 
Ama bundan sonra yediğim her şey çok daha kıymetli!

Belki bir çocuğun eliyle önüme sunulmuştur diye!


18 Haziran 2016 Cumartesi

BU NE PERHİZ BU NE KİMCHİ (LAHANA TURŞUSU) !





İlk yazımda hiçbir şeyin tanıdık olmadığından bahsetmiştim. Başka bir Dünya’daymışım hissinden.
Oysa 10 gün öncesine kadar üç haftalığına yeniden gittiğimde insanoğlunun her şeye alışabileceğine, hatıralar oluşturup onları özlemle anabileceğine pek çok kez tanıklık ettim.
Yoğun programım nedeniyle uzun bir süre yazamadım. Fakat bu arada Kore’nin yazını da görüp, yaşayıp geldim!
Değişen bir şey yok; kızlar, erkekler yine bakımlı yine bakımlı…
Hatta öyle ki bu kez Koreli erkek arkadaşların maske yaptıklarına bile şahit oldum. Öylesi bakımlılar işte.

Sen daha öğlenlere kadar uyu!

Bol bol makyaj yapmaktan ya da sürekli kuaföre gitmekten bahsetmiyorum, özen göstermekten, tembellik etmemekten, kendimizi bayramlara ve özel günlere saklamamaktan bahsediyorum.
Elbette tuvaletlerinizi, smokinlerinizi giyip gezin demediğimi de biliyorsunuz!
Ama güzel gömleklerinizi, eteklerinizi, elbiselerinizi küflenmeye ve kokuşmaya terk etmeyin. Arada bir pantolonlarınızı atın kirliye kızlar, unutun hatta onları ve giyin rengârenk elbiselerinizi, eteklerinizi.

Her gün mütemadiyen Seul ve bir süre Busan sokaklarında gezerken anneannemin gençliğinden anlattığı bir hikâyeyi anımsayıp durdum:
Bundan 50 sene evvel Ankara Kızılay’a giyinip kuşanmadan, saçını makyajını yapmadan inemezdin. Ayıplarlardı seni. Kadınlar en güzel elbiselerini, mini mini eteklerini, topuklu takunyalarını giyerlerdi. Kızılay parfüm kokardı o zamanlar. Erkekler grand tuvalet, jilet gibi giyinirlerdi. Ütülü pantolonlar, parıl parıl ayakkabılarıyla kızların başını döndürürlerdi.
Şimdi her yer sidik kokuyor, b.k götürüyor sokakları. İnsanlar bırak parfüm kokmayı, hiç değilse pis kokmasalar diye dua ediyorum.

Ve inanın bu kadın halen saçına, kılık kıyafetine önem gösterir. Belki hep döpiyes giymez eehh yaşına verin onu da ama nicesine parmak ısıttırır.

İşte Seul ve Busan sokakları da aynen böyle. Farklı bir moda anlayışları olsa da insanlar kendilerine özen gösteriyorlar. Eteklerini şortlarını deniz kenarlarına saklamadan özgürce göğüslerini gere gere giyiyorlar ve bir erkek de dönüp bakmıyor!
Bu iş burada nasıl olacak diyor olabilirsiniz. Bir kişi giyer, sonra diğerleri cesaretlenir.
Bir kişi giydi miydi, ikincisi ardına takılır gelir. Sonra 10, sonra 20! Bir bakmışsınız etek ve şort giymek cesaret işi olmaktan çoktan çıkmış! Erkekler alışmış, bakmaz olmuş!
Kimse size tahrik ettiğinizi söylemez olmuş! Ütopya değil bu, sadece bir savaş! Kızlı erkekli kazanılacak bir savaş! Başına giyindiği eşarba, altına giydiği şorta, boyuna, rengine karışılmayacak bir dünya için, kadınlarımız için bir savaş!
Birkaç seneye kazanmamız içten bile olmaz! Eğitirsek çevremizdekileri, neden olmasın ki!

Haa bir de şu koku meselesi var!
Malum yazda geldi, otobüslerin, metroların buram buram koktuğu, havasızlıktan pek çok kez ölümle burun buruna geldiğimiz günler kapıya dayandı. Bunları engellemekte bizlere düştü. Çevremizdekileri uyarmak bu mevsim boynumuzun borcu! Hani dinimizle övünüyoruz ya hep, onun gereği olarak temiz olmaktan bahsetmek sanıyorum ki kafi olacaktır. Değilse "free style" özgün ama kırıcı olmayacak yaptırımlarınızı esirgemeyin :D

Bu kadar övgü yeter!

Kusur kadı kızına mahsus değil ya.
Kokmuyorlar dedik ama otobüslerinden, metrolarından, gece hayatlarından bahsetmedik.
Herkes o bozuk turşu tadındaki Kimchi’yi neden o kadar seviyor anlamıyorum. Metrolar buram buram Kimchi, soju ikilisinin geceden kalma ekşi kokusuna ev sahipliği yapıyor. Zorunda olmasan kullanmayacağım ama Seul’de metro kullanmaya mecbursunuz! En kısa mesafeyse yarım saat uzaklıkta!
Bir de akşamları tezgahlar açılıp sokak yemekleri pişmeye başladı mııı… Oohh miiss!!! Kızartmalar, tavuklar, balıklar, yumurtalar… burnunuza ziyafet yaşatıyor. Bir şey alıp yememek için kendinizle büyük bir savaşa girmeniz gerekiyor. Ama tüm o yiyeceklere doyduktan sonraki günler, o kokular da hoş gelmiyor.
Yahu daha demin sokakları parfüm kokuyor dedin; bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyeceksiniz!
İşte bende tam olarak o fazla fermente olmuş ve ninelerimizin bozulmuş diye attıkları lahana turşusundan bahsediyorum.

Allah sevene bol bol versin ama beni teğet geçsin!



24 Nisan 2016 Pazar

Güney Kore Yolculuğu, Başlasııın!



06 Kasım 2015                                     

                        
Elimde biletim, sırtımda çantam.
Kıskanır cımbızı, aynası olan :)


Pek çok insana göre normal bir durum ama bana göre değil :)
Hayatımda ikinci kez uçak yolculuğu yapacağım.
İlkinde de yalnızdım. Şimdi de kimse yok yanımda.
İyi cesaretmiş benimki, öyle diyorlar.
Tek başıma uçağa binip yurt dışına gidiyormuşum.
İlkinde de öyle olmuştu.
Yurt dışına gitmiştim.

Bilmem cesaret işimi.
Belki öyledir.
Ama bildiğim bir şey varsa ölesiye heyecanlı bir iş.
Meraktan, heyecandan ve daha nice karmaşık duygudan ölebilirim.

Hep hayalini kurduğum şey gerçekleşiyor, gidiyorum.
Tıpkı Küçük Kara Balık'ın düşlediği diğer denizleri keşfetmeye gider gibi.
Bambaşka bir coğrafya, bambaşka bir dil, bambaşka bir kültür.
Güney Kore...

Uçaktaki tek Türk benim!
Sağım, solum, önüm, arkam.
Dilimi bilen kimse yok.

Allah'ım bu nasıl bir heyecan?

Uzun yol: 12 saat!
Ye, iç, yat, kalk, film izle, müzik dinle...
Geçmiyor zaman.

Nihayet!
Uçak inişe geçti, görebiliyorum.
Burası Güney Kore!

Yüzümde tebessümle karışık bir korku.
Eee... nereden bineceğim ben şimdi otobüse?
Gideceğim yeri bulur muyum?
Ya kaybolursam!
Dillerini de pek iyi bilmiyorum.
Acaba İngilizceleri nasıl?

Ve uçağa binmeden tanıştığım o kadın!
Koreli!
Konuşmuyoruz ama bana işaret ediyor; şu taraftan bineceksin.

Hava limanından şehre giden otobüse biniyorum.
Hemen hemen bütün turistler birbirimize bakıyoruz.
Ne kadar gideceğiz, şu durak neresi?
Siz okuyabiliyor musunuz alfabelerini?
Nerede ineceğiz biz?

İyi ki diyorum, iyi ki gitmişim Korece kursuna.
Hiç değilse alfabelerini okuyabiliyorum.
Ama dahası gerek.

Neyse efendim, buluyorum ve iniyorum, doğru durakta.
Bir süre sonra arkadaşım geliyor ve gidiyoruz serüvenimin başlayacağı "guest house"a.
Türkçesi misafirhane!
Ama böyle deyince daha havalı oluyor:)

Bir başka dünya, bir başka gezegen.
Kimseyi tanımıyorum, anlamıyorum.
Yol bilmem, iz bilmem.

Tanıdık bir şeyler arıyorum ama, yok.
Kim bilir?
Olur belki bir süre sonra...

23 Nisan 2016 Cumartesi

Bir Çocuk Gülerse Dünya Değişir.


Şahsen öyle her şarkıyı, her müziği sevmem.
Neden, demeyin. Sevmem işte. Eşref saatim vardır, geldi mi dinlerim. Açar dinlerim, gider dinlerim. Ama hep dinlemem.
Öyle yürürken falan dinlemem mesela.
İnsanları dinlerim.
Kuşları dinlerim.
Rüzgarı dinlerim.
Bulurum bir çocuk gülüşü, işte ben en çok onu dinlerim.
Hiç sıkılmadan.
Bana kalırsa dünyanın en güzel şeyi onların gülüşü.
En mutsuz anlarımda, bir çocuğun gülüşünü düşlerim.
O içten, o tertemiz gülüşlerini düşlerim çocukların.
Ve sonra o gülüşler beni öyle bir yere götürür ki bir bakmışım gözlerim dolmuş, boğazımda bir şeyler düğüm düğüm olmuş.
Çok şey söylenmez o anlarda. Hani istenir, ama olmaz. Söyleyemezsiniz. 
Söylemeyin de zaten. O an, öyle güzel. O çocuğun gülüşüyle.
İşte o, öyle bir şarkı ki…

Evet, ben en çok onları dinlemeyi seviyorum.
Çok seviyorum.
Her çocuğu gıdıklamak istiyorum mesele…
Bencilce belki ama o güzel gülüşlerini duyabilmek için.
Hepsi, öyle aynı ki: Dilleri, renkleri hiç önemli değil…
Hepsi öyle güzel gülüyor ki.
Bir de ne var biliyor musunuz?
Küçücük şeyler onları güldüren.
Sizi bilmem ama ben bu yazıyı yazarken kahkahaları çınlıyor kulaklarımda…
Kocaman, şapşal bir gülümse, kaplayıveriyor yüzümü.
Öylesi güzel bir tebessümle yazıyorum ki bu yazıyı…
Görseniz, neye bakıp gülüyorsun, dersiniz :) 

Bir çocuğu güldürün. 
Sadece bugün değil, yarın, öbür gün…
Başlarını okşayın, sırtlarını sıvazlayın. Oyunlar oynayın onlarla, hikayelerini dinleyin ve hikayeler anlatın cennet kokulu küçük insanlara..
Bir çocuğu güldürün.
Dünyanızı, dünyayı bir çocuğun kahkalarıyla çınlatın.
Bakın, göreceksiniz; yüzünüzü bambaşka bir gülümseme kaplıyor. Gözlerinizin feri değişiyor, ruhunuz aydınlanıyor, böyle içiniz koca bir umutla doluyor.
Oluyor.

Bir çocuk gülünce insanın kimyası değişiyor…


26 Ocak 2016 Salı

KENDİNE YENİ BİR SEN Mİ LAZIM?



Amman nazarlar değmesin, tütütütü maşallah, elem tere fiş kem gözlere şiş!
Tahtalara vurun, poponuzu kaşıyın!
Bugünlerde keyfim epey yerinde.

Küçük şeylerle mutlu olmayı becerebilen insan, sevdiği bir yazarla tanışıp, kitaplarını imzalatmaktan, yine sevdiği bir sanatçının konserine gitmekten (ücretsiz;)), arkadaşlarıyla hoşbeş edip istediği oyunları, filmleri izliyor olabilmekten neden keyif alıp, mutluluk duymasın ki!
Benim ayaklarım yerden kesilmiş durumda :)

Teknoloji çağında telefonu kırıldı diye yaygara koparmayan kaç kişi kaldık şu dünyada?!
Evet, telefonum kırıldı. Hem de ben kahkahalarımı arkası arkasına sıralarken oldu bu elim kaza… Ama çok da önemsemedim, ta ki telefonumu ucuza tamir ettiremeyeceğimi öğrenene kadar. İşte o an dedim ki; bu telefonun ardından bir soğuk su şart!

Yaz deftere, yazın içersin!

Yarım milyonluk tamirler, milyonluk telefonlar!
Ne yapıyoruz biz kuzum.
Oysa 3-5 bilemedin 10-20 liraya mutlu olmayı pekala becerebiliyoruz…
Neden bunca koşturmaca?

Şimdilerde Nil Ablamla yeniden buluştum (Karaibrahimgil).
Dur, hemen heyecanlanma!
Şahsen tanımıyorum kendisini, sesine, sözüne kulak verdim.

Daha erken kalkıyorum yataktan, daha çok iş için uğraşıyorum. Haa bir de kendi paramı kazanmak için iş arıyorum. Aşkla yapacağım yapamasam dahi aşka çevireceğim bir iş.

Sonra, hayallerimde eksilen köşelere yenilerini inşa ediyorum.
Güney Kore hayalimden sonra ciddi bir hayali boşluğa düştüm doğrusu.
Hayallerini gerçekleştirebilenlerin en büyük sorunu bu!
Biraz sancılı olsa da güzel bir evre!
Yeniden hayal etmeye çalışmanın zorluğu… Hatta hayallerine inanmanın desek sanıyorum daha doğru olur!
Bunu yaparken, yığdım tüm gerçeklerimi önüme ve gerçekliklerimle başladım hayallerimi yeniden inşa etmeye. Kore’den çıkardığım derslerle!

Yarı zamanlı işten ve harçlıklarımdan biriktirdiklerimin yanına kazandığım bileti de ekledik mi, ailemin ekonomisini yarı yarıya hafiflettim diyebiliriz. Olmasalardı bende başaramayabilirdim! Fakat sakın ümitsizliğe kapılmayın: Pek çok kez düşündüm de biraz daha çalışsam kendi paramla da başarabilirmişim.
Eğer tek sorununuz paraysa…
İmkansız değilmiş, gördüm!
İnanın, gitmek zor değil, sadece biraz emek ve belki şans işi.
Öyle çalışmak falan zor mesele değil, yeter ki sen gurur yapma, çalışmayı iste!
Vay efendim yüksek mühendisim, doktorum, avukatım demeden!
Hayallerin için çalış!
Ama ille de mesleğimi yapacağım diyorsan; daha çok çalış :)

Çevrendeki insanlara inandır kendini, hayallerini… O zaman onların desteğini de aldın mı arkana, bak gör nasıl giriyor işler yoluna :)

Bana kalırsa bir dili kesinlikle öğren. O zaman işler değişiyor. Hayata bakışın değişiyor. Dünyanın 4 bir köşesinden insanla buluşup, yepyeni denizler, okyanuslar keşfediyorsun. İnsanoğlunun aynılıklarını ve kültürlerin farklılıklarını keşfediyorsun. Yetmiyor, arkadaşlar, evler ediniyorsun. Misafir olmak, misafir ağırlamak istiyorsun.

Keşfet!
Hemen şimdi yap bunu!
Kapat bu yazıyı ve bulunduğun şehirde yeni bir yer keşfet!
Yeni bir şarkı, blog, gazete dergi, lokanta, kafe, müze, sanat galerisi, tiyatro oyunu…
Yeni bir tat, yeni bir koku, yeni insanlar…
Yeni bir şeyleri keşfet!
Dene!
Korkma!

Emin ol, sende yenileneceksin ;) 

4 Ocak 2016 Pazartesi

KEŞFE GİDEN YOLCULUK

Bir insan hiç bilmediği, hiç görmediği hatta belki de hiç göremeyeceği bir ülkeyi neden sever?
193 ülkenin ben buradayım dediği haritaya şöyle bir bakıyorum da; küçücük bir ülke. Koskoca Çin’in, Rusya’nın yanında dikkat etmesen görünmeyecek kadar küçük. İyi ama bu küçük ülke benim küçücük kalbimde neden bu denli büyük bir yere sahip? Onca toprak parçasının içinde neden bana göz kırpıyor ve ben buradayım diyor?
Oysa çocukluğumdan bu yana kitaplarla, filmlerle gezdim dünyayı, Latin Amerika’dan Afrika’ya, soğuk Rus topraklarından Yağmur Ormanları’na… Venedik’te sandal keyfi, Fransa’da Paris romantizmi… Onca insan tüm bunların hayaliyle iç çekerken ben, Seul’un ara sokaklarını, şehrin ortasında Buda’yı, geleneksel evlerinde kaybolmayı, Han Nehri’nde gezintileri ve Japon Denizi’nde gün batımını izlemeyi hayal ediyorum. İngilizce öğrenmek için açtığım tüm dizileri yarıda bırakıp, hikâyelerin ilk üç sayfasından sonrasını merak etmiyorum. Çünkü biliyorum! Sevmiyorum tek gecelik aşklarını, aldanışlarını, beylik laflarını. Çocuk olmayacak kadar büyük, büyümeyecek kadar çocuğum ve gerçek samimiyeti Kore filmlerinde, dizilerinde arıyorum. Evet, buluyorum da. Tıpkı eski Türk filmlerinde bulduğum gibi.
Tüm bunlar olup biterken hemen sonra bambaşka bir dünya keşfediyorum!
Aynı benim gibi, aynı bizim gibi; köyleri olan, türküleri olan bir başka yer. Bir torun görüyorum dedesini selamlarken ve dedemi hatırlıyorum elini öperken. Kurutulmuş mahsullerin başında anneannem gibi bir yaşlı kadın… Bir başka film karesinde ailece yemek yiyen insanları görüyorum; dizlerini büküp ayakları üzerine oturan,  aynı kaptan yemek yiyen insanları; köyümde bağdaş kurup oturduğum yer sofrasında aynı kaptan içtiğim çorba gibi. Ben gibi, biz gibi…
Neden sonra yanımda beliren insanların tüm Asya halklarını birbirine benzetmelerinin çok büyük bir yanılgı olduğunu fark ediyorum. Tüm o insanların gözlerinde görüyorum: Her birinin hikâyesinin farklı, hayallerinin bambaşka olduğunu. Öyle ki 72 milletten insanın var olduğu ülkeme verilecek bir ders gibi 50 milyon farklı hikâyeyle karşılaşıyorum.
Bu aynılıklar içinde farklılıkları keşfediyorum: Dillerindeki cenneti, dünyayı, insanı simgeleyen harfleriyle evreni ne kadar da çok sevdiklerini, onlardan öğrenmem gereken çok şey olduğunu, yeniden keşfediyorum. Tavşankanı çayımın buharıyla beliren hayallerimde yeşil çayın tazeliğine aldanamadan düşünüyorum tadını. Yemeklerindeki acıyı merak ederken buluyorum kendimi. Bir gün diyorum. Acaba bir gün, yaşadığım bu topraklarda da mümkün olur mu bir erkeğin ayakkabılarını bir kadınla değişmesi? Hem de sokak ortasında! Tüm bunları ve bilmediğim, göremediğim bu dünyayı hayallerimle keşfe çıkıyorum. Aslına bakılırsa içten içe çok farklı yanlarımızın olduğunu biliyorum veya bana öğretilenler nezdinde farklı olması gerektiğini düşünüyorum. Ne de olsa her iklimin kendine özgü yağmurları var kavrulmuş yüreklerin ateşini söndüren, bambaşka melodilerle uğuldayan ve toprağı savuran rüzgârları var. Gökkuşağı'nın renkleri her yerde aynı diye her coğrafyada aynı mı sanki. Peki ya her insanda bıraktığı duygu? Bütün bunlar neden aynı olsun ki?
Kendime olan yolculuğum bitmemişken yeniden ve yeniden adım atıyorum bu ülkeye; hayallerimde, kitaplarımda, araştırmalarımda… Ve düşünüyorum sevgi denen şeyin gerçekten bir nedeni olabilir mi diye. Sevmek için ille de bir neden ararken aynada gözlerimle karşılaşıyorum; gözlerimde yanan fer aydınlatıyor ruhumu ve zihnimi: Sevmek için neden aramak, sevmek için zorlamaktır yüreği. Seversin sadece! Sevmenin nedensizce olduğuna inanarak… 
Öylece seversin.