Kızamıyorum artık insanlara...
Olduklarından farklı olmalarını isteyemem ya...
Kimi öyle, kimi şöyle...
Bende böyleyim işte...
Tam apaçık anlatasım geliyor içimdekileri, bu seferde dinlemeye mecali olmuyor insanların... Tam dinleyen biri arıyor kaç zaman sonra ama yanımda çocuk telaşlı birisi "hadi, hadi" diye çekiştiriyor ruhumun eteklerinden...
Ve ben : Kızamıyorum!
Zaman mı beni sevmiyor ben mi ona uyum sağlayamıyorum bilmiyorum. Ama bu iş böyle yürümüyor.
Çok yaşamışımdır insanlar içinde yalnızlık hissini. Daha sık aklıma geldiğindeyse; yetiremiyor muyum insanları yoksa yetemiyor muyum kendime diye düşünürüm?
Bana kalırsa hiç biri...
Tercihleriyle yaşıyor insanlar; ben anlatmayı tercih ettiğimde onların tercihi kafa bulmak oluyor benle... Susmayı tercih ettiğimdeyse onlarda anlamamak alışkanlık halinde...
Ben nerdeyim, onlar kim, ne kadar çok zamana ihtiyacımız var ve daha ne kadar zamanımız var?
Tüm bu sorular yetmiyor birbirimize sabretmeye bazen... Bilsem de beklemek gerektiğini, olmuyor işte...
Bir gece ansızın geliveriyor zaman; aynı masada oturduğum insanlara ruhumun ne kadar yorulduğunu anlatmak için çabalarken hem de... Boşluğun bilinmeyen bir köşesine ıslak sabuna basıp kaymışçasına düşüveriyorum. Sonra dank! diye vurunca kafamı o ıssız köşede bir yerlere, anlıyorum:
Anlatmak boşuna...
Anlaşılmayı beklemekte...
"Boş işler bunlaaarrr" diyen birine kulak asmak istiyorum.
Bildiğim tek doğru düzgün şey kulak asmak çünkü.
Ama artık onu da beceremiyorum, kendimden başkasına.
Yorgunluğumun ruh halimdeki kısmını örtbas etmek için bedenen yorulmak istiyorum, diyorum. Bu da anlamlandırması farklı olan insanlarda tebessümden başka bir anlam çizmiyor zihinlerine...
Galiba bu aralar çok fazla şey istiyorum, hepsi bu.
Biliyorum!
Susup oturmak bana göre değil...
Maskelerimse gerçeği gösterecek kadar eskimiş...
Ve anlıyorum ki sabrı öğrenirken zamanı bekleyemeyecek kadar sabırsızlaşmışım...
Sabrı taşırmamak için en iyisi gitmek belki de...
Selam sabah vermeden, vedalaşmadan, nereye ve niye olduğunu söylemeden gitmek...
İlla ki anlayacak birileri vardır biriktirdiğim kilometreler sonunda...
Kapalı kapılar ardında, zamanı dinlemez, iki elini iki ayrı yana açıp kucak dolusu anıyla boğmayı ve sussam da gözümdeki fırtınalardan her şeyi anlamayı bilen, benim çoktan tercümemi yapmış birileri vardır uzak denen yakınlarda...
Bir bilet kadar uzak yakınlarda...
27 Eylül 2013 Cuma
17 Eylül 2013 Salı
Ömür bitmeden...
“Lazım olan başka bir ömür,
Zamanımız tükenmişken…”
Laflar, nefesler tükettik, yollar kat ettik bir kucak dolusu şefkate, huzura ve dünyanın hiçbir balta girmemiş ormanlarının yarışamadığı bakir saflığa kavuşmak için…
O yolların sonunda kah bir ana kucağında kah bir yarin kollarında yahut baba ocağında, kardeşin omzunda, nenenin yorulmayan dizinde bulduk başımızı…
Taşıyamadık çünkü kelimeler dolusu düşlerimizi, hislerimizi, fikirlerimizi…
Derin bir soluk aldık…
Bir eş dost toplaşmasında döküldü içimizdeki zehir. Hiç beklemediğimiz bir anda, çokta tanımadığımız ya da aslında hep bildiğimiz halde varmış olabileceğimiz insanların arasında…
Tanıdık gelen bir kalbi dinlerken bulduk belki kendimizi…
Notalarını daha doğmadan Tanrı’nın kulağımıza fısıldamış olabileceğini düşündük…
Huzur bulduk…
Hatırladık fısıltı anını…
Ve daha çok ağladık…
Zehri bıraktık gözyaşlarımıza, sıcak yanaklarımızda ruhumuzun kirini pasını temizlerken bir elin cilayı atmasıyla uyandık…
Yorulduk…
Bazen istemediğimiz, beklemediğimiz kadar yorulduk…
Ve erken ya da geç bir durakta derin bir nefes aldık…
Ve belki de tam zamanı gelmişken aldık o derin soluğu…
Ciğerlerimizin yanışını önemsemeden çektik, çektik, çektik içimize…
Sonra yine çıktık sahneye…
Kimse ne olup bittiğini anlamadan, sormadan çıktık yine sahneye…
15 Eylül 2013 Pazar
11 Eylül 2013 Çarşamba
PORTAKAL, ORDA KAL !
HAZİRAN 2013
Az önce eylemin yapıldığı alandan geldim ve ne yazık ki hala olayı anlamayan, bunu 3-5 kişinin sapkınlığıyla saptırmaya uğraşanlar var.
Eskişehir'de yaşıyorum ve birkaç gün önce gördüklerime, her geçen gün duyduklarıma inanamıyorum.
Bugün (4 Haziran) elime boş biber gazı kovanını aldım. Günlerdir balkonda tutulmasına rağmen leş gibi kokuyordu. Üzerini okudum. Yazanlar garipti. Çünkü bunu atanlar eğer ki okuma-yazma biliyorlarsa anlamamalarının imkanının olmayacağı gerçeğiyle yüzleştim.
Açık hava kullanımı için üretilmiştir. Doğrudan insan üzerine atılmamalıdır.
Peki, ama sanal medya da gördüğüm görüntüler neyin nesi?
Eğer okuma biliyorlarsa ve bu tür tehlikeli gazları vs. nasıl kullanacakları eğitimini aldılarsa... Bu cümlenin devamını herkes biliyor ama doldurmak için herkes kendi kelimelerini kullanmakta ÖZGÜR!
ESKİŞEHİR ÇAPULCU KAYNIYOR!
Dedim ya, Eskişehir'de yaşıyorum. 3 Haziran'da cadde ortasında TOMA'yla portakal gazı sıkıldı, tazyikli su sıkıldı, biber gazları leblebi gibi üzerimize fırlatıldı bu güzel şehirde... Oysa ben halktım. Tek yaptığım gösteri ve toplanma hakkımı kullanmaktı. Aşırı gösteri sergileyip, kamu malına zarar verenler vardı, evet, ama benim ve benim gibi olanların yani çoğunluğun suçu neydi?
Orada bulunmak!
NEDEN MEYDANLARDAYIZ?
Bakınız Anayasa'mız ne diyor:
T.C. 1982 ANAYASASI'nın İkinci Bölümü olan Kişinin Hakları ve Ödevleri kısmında bulunan 34. Madde'de;
Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.
Bu hakkın kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.
İbaresi bulunmaktadır.
Şimdi herkes eylem biçimlerinin yanlış olduğunu düşünebilir. Ama sizi olayın en başına davet ediyorum. Sessizce Gezi Parkında kitabını okuyup eylem yapan topluluğa gece saatlerinde tazyikli su sıkmak, çadırları ateşe vermek, toplumu galeyana getirmek kimin suçudur?
Anayasal hakkını arayan halka uygulanmış olan bu olay aynı halkın hakkını tecavüz değil midir? Kamu düzenini sağlaması gereken polis benim gözlerimin önünde TOMA'daki suya biber gazı ya da benzeri bir maddeyi karıştırarak evlerinin balkonunda eylemi takip eden halka su sıkmıştır.
Yapılan açıklamalara göre biber gazında bulunan kimyasalı kimyagerler laboratuvarda özel giysilerle böcek ilacı yapımında kullanmaktadırlar ve bu gazın tıpkı nükleer gibi gelecek nesillerde etkilerinin görülmesinin söz konusu olabileceği tartışılıyor.
Anlamadığım burada genel sağlığı ve düzeni bozan kim peki? Gerçekten "HALK" mı?
Gözlerimin önünden tazyikli su nedeniyle baygınlık geçirmiş ve ambulansın girememesi nedeniyle tıp öğrencilerinin kollarında taşınan bir genç kız geçti, Ankara'da, İstanbul'da arabayla insanlar ezildi, kan kaybından öldüğü söylenenler, ağır yaralı hayat mücadelesi verenler var. Hatay'da bir genç başına aldığı darbeler nedeniyle öldürüldü. İyi ama dövüş sporlarında bile başı hedef almak yasaktır. Bunun için uzaklaştırma, maç cezası vs. verilir. Biz neden bu polisi uzaklaştıramıyoruz. Esnafa sığınan eylemciler biber gazı atılarak dükkanlara kapatıldılar. Yetmedi tıbbi müdahalelerin yapıldığı dernek binalarına da biber gazı atıldı.
Bunun kamu düzenini korumak olduğunu kim söyleyebilir?
Dahası da var!
Halkı koruması gerekenler adeta güçlerini deniyor, bilfiil halkla savaşıyorlar. Yönetim tehditler savuruyor, milyonları 3-5 çapulcu olarak nitelendiriyor. Milyonlar zorla evde tutuluyor... İç problemle değil dış gezilerle ilgileniliyor. Hiç bir şey yokmuş gibi davranılıyor, yapılan hatalara göz yumuluyor.
En azından şimdilik!
Sosyal medya da söylenenlerle birlikte, sağduyuyla etrafımıza baktığımızda ve akılcıl yolla düşündüğümüzde olayları anlamamak imkansız.
Yıllardır bu halkın işine çok fazla karışıldı.
Kadının saçından, başından tutunda, karnındaki bebeği doğurup doğurmayacağına, çocuk sayısına, etek boyundan dudağına sürdüğü ruja, saç rengine, 4-5 yaşındaki çocuğun oyun hakkına, zorunlu eğitime, önü alınamamış nedenlerin sonucunda üniversiteye hazırlanan gençlerin hayallerine, sınavlarda ortaya çıkan şaibelerle giydiği kıyafetten evinin anahtarına, kulağındaki küpeye kafasındaki tel tokaya, alkol alma zamanına, yediklerimizdeki GDO'yla, ihraç etle, domatesle genlerimize, cinsiyetlerimize; tercihlerimize, heykellerimize, sanatımıza, HES projeleriyle, Nükleer Santrallerle havamıza, suyumuza, yaylamıza, denizimize, taşımıza, toprağımıza... derken son noktada gezeceğimiz parka ve gölgesinde oturduğumuz ağaca...
Halkın bugüne kadar söylemediği, Gülse Birsel'in yazdığı ve benim de teyit ettiğim bir şey:
EEEE YETTİ BEE !!!
Portakal ve biber pazardaki tezgahta, dalında ağaçta, bostanda güzel! Havadaki gazda ya da patlamış kovanda değil. İyisi mi Portakal orada kalsın, bizlerde insanca yaşanacak güzel günlerde...
9 Eylül 2013 Pazartesi
Çokta zor değil…
Siz hiç kafasında koca koca fanuslarla gezen insanlar gördünüz mü?
Bir camın arkasından verilenlerle yetinmeye çalışanları mesela…
Ya da yetinmek gereği hissetmemeleri gerekirken kendilerini bunun için zorunda bırakanları...
Fanusa sığınanları…
Görmüşsek de bazen anlamayız onların fanuslarla gezdiklerini...
Farketmeden kendi yansımamıza bakarız ve aslında Narkissos gibi kendi siluetimize aşık oluruz…
Ya da parlayan güneşin ışığında fanusun arkasındakileri görmeye çalışır ve daha parlak olan bir çift göz görürüz.
İstemeden ya da belki çok istediğimiz için güneşten bile daha çok ısıtıverir içimizi o gözler…
Sonra birden üşümekten korkarız…
Çok üşümekten…
Tekrar yansımamızla baş başa kalmaktan öylesine korkarız ki…
Güneşi bahane edip başımızı yere eğer bakmayız; o bir çift göze…
Korkarız…
Kaybetmekten..
Üşümekten…
Yalnız kalmaktan…
En çokta çok sevmekten ve sevilmemekten…
Oysa bu korku daha da yalnızlaştırır bizi…
Terkederken bir fanusu ve bir çift gözü…
Kalbini, nefesini ve ruhunu hapsederiz…
Tıpkı diğerleri gibi…
Hep olduğu gibi…
Oysa çok kolaydır:
Onun yapamadığını yapıp fanusundan kurtarmak ve sıkıca sarılmak yetecektir…
6 Eylül 2013 Cuma
Coğrafya kaderdir.[1]
Yıllara meydan okuyan Anadolu’m da kaderime ortak
çıkan milyonlarca insan var.
Ne garip…
Oysa milyonların içinde zaman zaman yalnız
hissediyorum kendimi.
Son zamanlar hariç tabii…
Eylemler, söylemler, eller kenetlenince birbirine,
yalnız olmadığımı hissettim ve hâlâ güzel şeylerin olduğunu gördüm güzel
ülkemde. Kötülüklere inat Tanrı’nın umut dağıttığına şahitlik ettim. Ama burada
durmalıyım. Çünkü konumuz tam olarak bu değil.
Konumuz yazı, insan ve kader arasındaki ilişki…
“Düşününce, yazı pek de doğal bir şey değil. Büyük
büyük atalarımızın icadı. Yani uçmak gibi doğamızda olmayan bir şey ve tıpkı
uçmaktan korkulduğu gibi yazılardan, yazı yazandan da korkuluyor.” (Serenad)
Komik değil mi? Ama durun! Size daha komik bir şey söyleyeyim:
Artık herkes “yazıyor”.
Twitter’a, Facebook’a ya da özel bloglara…
Yazıyor mu? Yazıyor.
Artık herkesin kaderi yazmak, anlatmak, içini
dökmek, sesini duyurmak:
Geçmişten geleceğe…
Her harfle birlikte korkunun üzerine gidiyoruz adeta
ve yazmaya öyle ya da böyle devam ediyoruz. Ya da belki kanıtlanamamış bir
doğanın, içten gelen bir güdünün esaretinde yapıyoruz tüm bunları. Kalemi ya da
bilgisayar tuşlarını hissettikçe parmak ucumuzda, en keskin kılıçla ovalara
dökülen şövalyeler gibi asilleşiyoruz kendi içimizde…
Böyle olunca da hiç bir şey yazının gücünü inkâr ettiremiyor:
Kilometrelerce uzak kentlerde, köylerde, kasabalarda yaşayan insanların
fikirlerini, hayallerini, kelimelerini ellerimizde tutuyoruz.
Ya da görmediğimiz, duymadığımız ama bildiğimiz,
inandığımız Allah’ın kelamını “para”yla satın alıyoruz evlerimize…
Ahh gözünü sevdiğimin kapitalizmi; sen nelere
kadirsin.
Kitaplığımda beni bekleyen bir dostla buluştum
geçenlerde… Kilometreler kadar uzak ama kelimeler kadar da yakın bir dost, bir
hoca, bir idolle… Zülfü Livaneli’yle… Serenad’ının 367. Sayfasında yazı ve
insan ilişkisiyle ilgili bir şeyler anlatmıştı ve bende bunları düşündüm işte.
Kaderimi paylaştığım şu topraklarda, denizlerde ne
çok şey olduğunu ve bilmediğimi öğrendim. İnsafsızca insanların nasıl ölüme
terk edildiğini okudum ve şaşaladım kaldım işte. Sonra dedim kendi kendime:
Ey benim güzel ülkem…
Güzellik uykusunda güzelliğini kaybeden yegânem... Ne
hikâyeler yatarmış derininde de biz bilmezmişiz. Meğer bereketli olasın diye
kaç insanın kanına gözyaşı karışmış.
Ahh ahh… İçim hâlâ buruk okuduklarım yüzünden.
Dinleri, dilleri, milliyetleri fark etmeksizin kaç
genç kız ve oğlan hayallerini, umutlarını gömmüş Anadolu’nun çorak topraklarına
biz bilmeden…
Ve daha nice Ali’ler, Ethem’ler, Mehmet’ler,
Abdullah’lar, Can’lar gömülüyor senin bağrı yanık, suya susamış topraklarına...
Biz güzelliğinin uykusunda sarhoşken…
Biz güzelliğinin uykusunda sarhoşken…
Tahterevalli...
Her insan ömründe bir kez de olsa tahterevalliye binmiş ve
aşağıda olmanın ağırlığı ile yukarıya çıkmanın heyecanını tatmıştır. Küçüklüğünde
benim gibi çiroz olanlar hep yukarıda olup çaresizce aşağı indirilmeyi
beklemişlerdir. Bu da ancak tahterevallinin öteki ucundakinin egosu tatmin
olduğunda mümkün olmuştur.
Benim için bu oyun pek uzun sürmedi.
Ne zaman ki aklım erdi, işte o zaman kendimi toprak zeminde
buldum. Çünkü attım kendimi yerlere… Dayanamadım çaresizliğe ve yerimden
kalktığım gibi atladım toprak zemine, gerisini, yarasını, beresini düşünmeden
hem de.
Bilirsiniz, bu oyun tek başına oynanmaz, eh haliyle bıkıp
yere atlayınca bir anlamı ve heyecanı da kalmaz. Sizi bilmem ama benim sonlarım
hep aynıydı: Sıkılırdım. Yukarıda olmaktan! Oyuncak gibi aşağı yukarı
oynanmaktan, yere değecekken ayaklarım ümidimin kırılıp yukarı çıkmaktan…
Bir nevi çaresizlik gibi gelirdi, atardım kendimi toprak
zemine, yaralarımla, berelerimle adeta önemli bir savaşı kazanmışçasına, içimde
zafer naraları atardım: Bu oyunu bir yere kadar yönetebilirsin!
Dizlerim, ellerim kanardı ama niyeyse kendimi daha iyi
hissederdim o zamanlar. Başarmış gibi… Kazanmış gibi… Oysa bu oyunun kazananı da
yenileni de hiçbir zaman olmazmış, büyüyünce anladım.
Garip bir oyuncakmış bu tahterevalli: Atlamadan inebilmeniz
ve her iki taraftakinin canının yanmaması için aynı anda ve düzlemde
inilmeliymiş. Tabii binmek içinde aynı kural geçerliymiş.
Evet, büyüyünce anladım!
Garip şey şu çocukluk: Hiçbir emek sarf etmeden göklere
çıkmayı hazmedemeyip yere atmak yerine şimdiki aklım olsa orada olmanın keyfini
sürerdim.
Hayatta öyle değil mi?
Bir tahterevalli!
Bir şeylerin en üstüne çıktığımızda öyle hafifliyor,
azalıyor ve küçülüyoruz ki oraya bizi çıkaran onca ağırlığı, zorluğu, emeği
görmezden geliyoruz. Korkmuyoruz sanki kaybetmekten, popomuzun üstüne olağan ağırlığımız
çarpı hızımızla yere çakılmaktan hiç korkmuyoruz. Oysa ne fenadır o yere
düşüşler. Bir başkasının iradesiyle gerçekleşir ve kaçmak için hiçbir yeriniz
yoktur. Düştüğünüzde midenizin ağzınızdan fırlayacakmış hissiyle kalp
atışlarınızdaki hız ve gözlerinizin yuvalarını zorladığı, betsiz benizsiz
yüzünüzden korku okunmaktadır.
Her şey aniden bitmiştir!
Ama düşme sayınız arttıkça çözümler üretirsiniz. Bu sayıyla
birlikte boy atar, kilo alır, güçlenirsiniz. Ve bir gün yine düşürülürken
ayaklarınızı iki yana indirir ve oyunu, düşmeden, ayakta bitirirsiniz.
Şimdi anlıyorum ki iktidar savaşına girip aşağı yukarı
derken büyümüşüz ve şimdi tüm sistemlerin altında kalıp yüceltmişiz onca şeyi.
Şimdi kalkıp gitsem, bıraksam bu oyunu, salıncağa kurulup
tek başıma göklere çıksam, kendi gücümle…
Ne olur o tahterevalliye?
Gökte takılı kalmayacak ya beri ki?
O da iner elbette…
Oburum!
“Doymak bilmez bir çocuk gibiyim; yetinemiyorum. Islığım,
bütün şarkıları aynı anda çalmak istiyor; uçurtmam, kâinatın bütün semalarında
birden uçmak…” Can DÜNDAR
Külahımda iki top dondurma istemiyorum. Çikolatalısından
çileklisine, karamelinden böğürtlenlisine hepsinden ikişer tane olsun
istiyorum.
Her şeyde her yerde olmak, ama olduğum yerde de kalmak
istiyorum. Şu vitrinden gömleği, bu vitrinden ayakkabıyı, üst kattan elbiseyi,
alt kattan beğendiğim takıları almak istiyorum.
Arabam eskidi. Şöyle son model, yüksek beygirli sıfır bir
araba almak istiyorum. Ayda bir bizimkilerle yaptığım maçta tuttuğum takımın
son çıkan formasını, ayağımda marka kramponumu giymek istiyorum.
Onu istiyorum, bunu istiyorum, şunu da istiyorum, aaa bu
yeni mi, nerden aldın, ay dur ondan da alalım, oğlum ne zaman aldın bunu dur
bizimkilere söyleyeyim bana da alsınlar…
Ne kadar tanıdık cümleler değil mi?
Farkında mısınız ne kadar da obur olduk kendimizi ayna da
görmeyeli.
Aynaların sırlarını yolup kendi dev aynalarımızı icat
ettiğimizden beridir nice olduk?
İkinci ellere dudak büker, bir giydiğimizi bir daha giymez
olduk.
Dahası işimiz oldu mu arar, bitti mi hal hatır sormaz olduk.
Konturum yok deyip ayda bir 3 kuruşa mektup atan atalarımıza
burun kıvırır olduk.
Kilometrelerle değil de özlemle ölçülen aşklarla dalga geçip,
eski aşklara ex deyip, pistlerde göbek atar olduk.
Karabaşı, boncuğu, mavişi aileden sayıp öldüğünde yas tutmak
yerine, öldüğü gün yenisini alıp işkenceci olduk.
Ne olduk biz böyle?
Ne zaman olduk bu kadar da tükettik bunca şeyi?
Ne zaman giydiğimiz pantolon, gömlek kadar oldu değerimiz,
kullandığımız telefonla mı arttı niteliklerimiz?
Evimizdeki kanepenin, masanın ne zaman kölesi olduk da
onların bizi taşıyacağı zamanda onları taşımaktan bel fıtığı olduk?
Bunca olmazlıkta tasarrufu şarkılarda mı bulduk?
Bir cümleden 5 dakikalık şarkılarla hasreti, umudu, hüznü
anlatır olduk.
Doymadık!
Kelimelerden harfler yuttuk.
Bunca tüketirken tükendik, ama yine de doymadık.
Zamandan tasarruf edelim derken trafikte, bilgisayar ve
televizyon başlarında mahsur kaldık.
Samimiyeti yetiremeyip maskelerle doldurduk duvarlarımızı.
Biz iyice obur olduk.
Tükenirken tükettik, tüketirken tükendik.
Bir türlü doymak bilmedik.
Ve şimdi tükenmemek için direnirken farklılaştık, garipsendik.
Yok artık, hadi canımlarla kendimizi yeni bir tür kabul
ettik.
Yanlışla doğruyu karıştırıp acaba dedik.
Kendimizi kaybettik.
Toz tutmuş kelimeler...
Bazı kitapları okumak zorunda
bırakılırız. Bazılarını da okumak isteriz.
Okumak istediklerimiz bizleri ya hiç
bilmediğimiz raflarda ya da çok bilindik kitaplığımızın bir köşesinde dost
misali beklerler...
Tıpkı çok beklettiklerimiz gibi
onlarda zamana karşı koyamazlar!
Güneş ve toz zerreleri, zaman
tebeşirinin dost yüzlerine çizdiği çizgiler gibi sarartırlar sayfalarını.
Yumuşacık bedenleri kurutan tecrübe misali kurur ağaç parçası yapraklar. Zaman,
ayırır yaprakları tutkalından. Geçen zamana inat açmak istersiniz kapağını, doyasıya
çekmek istersiniz kelimelerini içinize. Oysa zaman bu dostunuza da dostluğunuza
da pek insaflı davranmamıştır. Akreple yelkovanın oynadıkları ebelemece oyununa
takılmadan okursunuz tüm kelimeleri tek tek.
Bugüne kadar neden beklediğinizi
sorgularsınız. Kitabı her elinize aldığınızda söylediklerinizi anımsarsınız:
Daha zamanı gelmedi!
Zamansız
öten horozlar misali zamansız okunan kitaplar da sevilmez çoğu zaman. Çok
isterdim eğitim hayatında bir elimin parmağını geçmeyecek öğretmenlerim yerine
her birinin okumayı tercih edebileceğim kitaplar sunmasını. Kendi kitaplarımı
seçebilmeyi…
Kim bilir belki o zaman daha
mutlu olurdu kitaplığım.
Bunca zamanda çok şey okuyup
öğrendim diyemem, bunların kat be katı raflarda gizemle bekliyor ama boşa
okumadım diyebilirim gönül rahatlığıyla. Ne öğrendiğimi bilmedikten sonra kitap
okumamın ne yararı var ki?
Dünyanın en güzel çocuk
kitaplarından birini daha birkaç ay evvel okudum.
Küçük Prens!
Boabab ağaçlarını yeni öğrendim. Evcilleşmeyi,
evcilleştirmeyi… Evcil kelimesinin sorgusunu henüz yaptım. Adli soruşturması
içimde yıllarca sürecek bir muhakemeyi henüz başlattım. Bencillikle evcilleşememe
arasına ince bir çizgi çizmek için kollarımı yenice sıvıyorum.
Düşünüyorum da bu kitabı 10
yaşımda okusaydım okumamı geliştirmekten öteye gidebilecek miydim acaba?
Bana kalırsa hayatımız, oyun
oynama ve kitap okuma oranlarımızın değişimi temelinde yükseliyor. Her “çocuk
değilim, büyüdüm” nidaları attığımızda ne denli çocuk olduğumuzu kanıtlıyoruz.
Yeni okunmuş 100 küsur sayfalık
kitap ya da bazen 5-6 sayfalık kısacık bir hikâye tüm hayatınızı değiştirmeye
yetebiliyor.
İnsanlar: Bir cümleyle dünyaları değiştirebiliyorlar…
Kurdukları cümlelerle kendi dünyalarını değiştirebiliyorlar
mı?
Bütün çabamızda bu sanırım, bir gün beğenmediğimiz bu
dünyayı değiştirmek.
Neden mümkün olmasın ki?
Cümle kurmaya ve o cümleleri okumaya devam edelim. Elbet rüzgârın
uğuldayacağı bir ruh vardır!
Sizi uzun zamandır bekleyen bir
kitap seçin raftan, henüz okuma vaktiniz gelmemişse bile bunu yapın. Açın
kapağını ve kokusunu içine çekin, parmaklarınızı sayfalarında gezdirin,
hissedin, o size zamanını söyler.
4 Eylül 2013 Çarşamba
Bir sonbahar yürüyüşünden izler...
Önce sesleri duydu, ardından damlalarla göz göze geldi.
Pencere de bildiği bir siluetti yansıyan görüntüsü. Her şey yeni bitmişti ve
her şey yeniden başlıyordu, bu soğuk, yağmurlu sonbahar gününde. Burnuna ilişen
ve tüm beyin kanallarını saran kahve kokusuyla uyanmıştı. Eski dedikleri,
geçmişte, bu camın arkasında kalmıştı.
İyi gelecekti kahve, her şeye… Bu kokuda yalnızca çocukluğu
vardı. Şimdiden huzurla dolmuştu içi. Teknolojinin nimetlerinden yararlanma
vakti çoktan gelmişti. Pc başına geçip bir şeyler dinlemeliydi. Tüm bu
yaptıkları ne kadarda garipti. Kahveyi sevmez, yağmurlu
havalardan hiç mi hiç
hoşlanmazdı, müzik desen aramazdı. Şimdi bunlara ihtiyaç duyuyordu ve işin
ilginç yanı bunlar ona iyi geliyordu.
İç geçirdi.
Sokakta ıslanmamak için koşturan insanlara baktı, el ele
vermiş yağmurun tadını çıkaran sevgililerin olmayışına koca bir iç geçirdi,
artık sevgilisinin olmayışına da. Bu iç çekişin içler acısı yanı; artık
sevebilmek kavramına olan güvensizliği oldu.
Bir daha sevebilecek miyim, diye geçirdi içinden. Hiç o
kadar heyecanlanabilecek miyim? Küçük bir kız çocuğu olacağım zamanlar geri
gelecek mi? Bu soğuk tenimi, iliklerime kadar donacağım soğuklarda sıcak
basacak mı? Yanaklarım kızaracak mı yeniden?
Geçecek değil mi? Hepsi bitecek. Tüm bu can yanıklarım,
hepsi son bulacak değil mi?
Yeni kararlar almak güzel, ama uygulayabilecek gücüm kaldı
mı?
Hadi amaaa… Toparlanmak zorundayım. Hem ben o kadar da
güçsüz biri değilim.
Yaşanması gerekiyordu ve yaşandı.
Hepsi bu! Bitti, gitti bile.
Sahi bitti değil mi? Gitti artık hayatımdan.
Meğer yokken bile ne denli hissedilir bir varlığa sahipmiş,
nasılda bir anda nüfuz edivermiş aldığım nefese bile. Ondan bu kadar yanıyor ya
zaten canım. Her nefes alışımda ciğerlerime cam kırıkları batıyor sanki. Damarlarım
daralıyor, kalbime ulaşması geren kan gitmiyor, göğüs kafesim, kaburgalarım
zorlanıyor, aldığım nefes bile haram, zıkkım oldu.
Ama geçecek hepsi, bitecek. Güzel günler yakın.
…
Bir sonbahar yürüyüşü; hava toprak kokuyor. Birkaç kitapçıya
uğrayıp saman yapraklı kitap kokularını da içime çektikten sonra bu yürüyüşüme
bir ara verdim. Çok kısa bir anda takılıverdi gözlerim pencerenin birine. Her
şeyin bir nedeni olmalı diye geçirdim içimden. Bu banka oturana dek kim bilir
neler yapmıştı. Şu an için onu izlediğimi gördüğünü sanmıyorum.
Tam olarak bu
yazdıklarımı mı düşündü bilemiyorum. Ama düşünmüş olacağını düşündüğüm şeyler
hemen hemen bunlardı. O an çantamdan çıkardığım ve avuçlarımda tuttuğum tiyatro
biletleri beni memnun etmeye yetiyordu. Bir yıl kadar önce kafaya koyduğum, “En
olmadı İstanbul’a gider izlerim.” dediğim oyun, şansımın yaver gitmesiyle
ayağıma kadar gelmişti ve evet, müzikal biletleri benim sevincimin tavan
yapmasına yetiyordu. Belki de onunda böylesi küçük bir şeye ihtiyacı vardı.
Zamanlamasını çözemediğim anlar var: Tanrı’ya doğrudan
ulaştığım anlar. Sizinde olmuştur böyle anlarınız. Sanıyorum öylesi bir
andaydım ve gözlerimi kapatıp bir dilek tuttum.
Oluverdi. Birden.
Gözlerimi açtığımda göz gözeydik. Mutlu mu olmalıydım,
mutsuz mu bilemedim önce. Evet, doğru düşünmüştüm. Bu gözler canı yanan birine
aitti. Ne yapabileceğimi düşündüm.
Onun için ne yapabilirdim ki o kısacık anda.
Sıcak ve samimi bir gülümseme…
Yapıp yapabildiğim en iyi şey bu sanıyorum. Kocaman, umut
dolu bir gülümseme…
Hayat her şeye rağmen devam ediyor ve çokta fena sayılmaz,
gül hadi…
Başarmıştım. Gülüyordu. Belki de Tanrı’nın onu unutmadığını
hatırlatmıştım…
Önce şaşırdı ve sonra o da gülümsedi. İşte bu kadar kısaydı.
Kahve kupasıyla bir şerefe, başlarımızın göz kapaklarımızla
aşağı yukarı yaptığı o senkronik selamlaşma hareketi…
Sonrası yok…
Belki ardımdan birkaç dakika beni izleyen ya da gözlerini
göğe çeviren bir yabancı…
Yıllarımızı paylaştığımız insanların bile bazen veremediği samimi,
içten, sımsıcak bir gülümseme…
Anı paylaşan iki yabancı…
3 Eylül 2013 Salı
Değmeyin keyfime…
16 Haziran 2012
Bu yazıyı siz okumadan çok önce
yazıyorum!
Bu satırlar
okunurken ben çok uzak diyarlarda olmasam da muhtemelen yepyeni bir sayfanın
ilk harflerini bilindik bir kalemle karalıyor olacağım.
Fonda Mabel
Matiz ve ben son birkaç gündür yeni günlerimde değil eski günlerimde yaşıyorum.
İçimde bir burukluk, omuzlarımda gereksiz bir yorgunluk, aklımı kurcalayan onca
soru ve bunlara rağmen kafamı meşgul etme çabalarım…
Şehir giderek
ıssızlaşıyor!
Ben de gidince
hepten yalnız kalacak anılarımız. Sokaklarda yeni ayak izleri var ve ben
eskilerini bulmak için çırpınıyorum. Bu yazıyı bu denli önce yazıyorum çünkü
sonra zamanımın olmamasından korkuyorum.
Yine
toplanacak tüm eşyalar…
Duvarlarımda
anılarımın toz tutmuş rengini yıllardır çıkarmadığım posterlerden anlayacağım.
İnsanın sökesi gelmiyor o posterleri. Gözüm kitaplığa ilişiyor. Ne kadar da çok
kitap var. Tozlarını geçtiğimiz yıl almıştım. Tam 3 koca günümü almıştı her
birini tek tek temizlemek, ardından yaşadığım alerji krizinin süresi de cabası…
Bunca kitabı kaldırmak zor iş! Kim uğraşacak şimdi bununla? Hıhh… Küçük bir
tebessüm: Alaylı ve özlem dolu… Odama her gelenin kitaplığıma hayran kalıyor
olmasına karşı şimdi yüzümde kalan bu. Hepsini okusam içim yanmayacak.
Evdeki odalar
bir bir boşalıyor, sesim boş koridorda yankılanıyor ve ben gidiyorum. Yıllardır
gideceğimi bilmeme rağmen çokta metanetli olamıyorum. Gaip bu sefer galip
gelecek ve eskinin sesi kulağımda… Şimdi her şey bir anı… Oysa bu evde ne çok
şey yaşandı. Geldiğim de bir çocuktum ve şimdi koca bir kız oldum.
Tilki misali
dönüp dolaşıp geldiğim yere geri dönüyorum ama ne ben artık eski benim ne
geldiğim yer eskisi gibi… Her şey gibi o da değişti. Yıllardır gidenlerin
ardından bakan ben, şimdi temelli gidiyorum.
Yüreğime onca
şeyi sığdıramadan hem de…
Yüreğimizin
bedenimizden büyük olduğunu söyleyen bir dostun kazanıldığını hatırlayıp aynı alaycı
gülümsemeyi takınıyorum. Bu şehre gelirken o ve onun gibilerin kazanılacağını
hiç hesaba katmayan o küçük kızla dalga geçiyorum şimdi. Ve sanırım artık
gerçekten gidiyorum.
Ne çok hayata
dokundum şu küçücük şehirde…
Şimdi
anlıyorum ki olay mekânın darlığında değil bizim mekânı dar görüşümüzdeymiş.
Taşı toprağı altın olan İstanbul, Ankara, İzmir değilmiş de içindeki dostlarmış,
insanlarmış aslolan. Gittiğimde tanıdık çehrelerin koşar adımla açacağı kapının
arkasına gizlenmenin hayaliymiş altın değerinde olan. Marmaris’te 5 yıldızlı
otel keyfi yerine bir hoş sohbetle Türkçemize yeni kelimeler kazandırabilmenin
dayanılmaz keşfiymiş toprak gibi bereketli olan.
Damağımda
unutulmaz tadı bırakacak olan Amasya’nın elması, Antep’in Katmeri, Rize’nin
çayı, Kars’ın hiç tatmadığım kaz eti değil artık.
Çıkacağım
yolculukların ucunda bekleyen o şimdinin eski dostlarına kavuşmanın yerinden
fırlayacak heyecanıymış kalbimde atacak olan. Islatacağız derken ıslanmak ve
yine ıslanmanın hayalini kurmayı öğrenmem gerekliymiş. Hiç türkü sevmeyip de
bir bağlamanın sesine hasret kalmam gerekliymiş. Hatta ara ara sıkılıp “Ver şu
bağlamayı da ben çalayım, sen unutmuşsun görmeyeli” diyebilmenin dayanılmaz
samimiyetindeymiş her şey... Köfteyi, kediyi, karameli, tahini, pekmezi, bacım
kelimesini ve daha nicesini sevmeyip, bunları sevebilmenin sevdiğin insanlara
lakap yapmaktan geçtiğini düşünmekmiş. Ve evet, Ah bu şarkıların gözü kör olsun
demeliymiş.
Velhasıl-ı
kelam, bütün bu kelimelere sığdırılamayan yılları doyasıya yaşamamız
gerekliymiş. İçim de bu günlere özlemle yaşayacağıma ve bugünlerin
emekçilerinden her biri telefonumu çevirdiğinde, kapımı çaldığında ağzımın
kulaklarıma varacağına dair bir his var.
Öyle de
olacak, eminim.
Çünkü daha
geldiğimin bilmem kaçıncı ayında öğrendim: İnsana sarılmak kadar samimi bir
selamlama yokmuş. Kucaklamak: Birini her şeyiyle kabul etmek kadar samimi,
eksik kalbinin yanında, hemen sağında bir başka kalp atışını hissetmek kadar
anlamlı her şey, ne kadar eksik olduğuna bakmadan, tamamlamaya çalışmak ve
tamamlanmak için her bir canı canına katmak… Kucaklamak, birilerini her şeyiyle
kabullenmenin, iyisini âlem içinde gururla söyleyip, kötüsünde dahi tek yürek
olduğunun ve bunu ömür boyu kalbinin hemen yanında, sağ tarafında taşıyacağının
en riyasız taahhüdüymüş…
Pek çok kucak
açtım ve pek çok kucaklaşmada canıma can kattım. Zamanı geldi artık, şimdi
yüreğimin hiç önüne bakmayacağını hesaba katarak ardıma bakmadan gideceğim.
Oysa itiraf etmeliyim; kucaklaştığım ve sağ yanımda hissettiğim yüreklerde çok
ama çok şey gördüm. Bazen kocaman odalarında kaybolurken bazen sığmayıp müsaade
istedim, bazen de orda hep bir yerim olsun diye didindim durdum. Şimdi dönüp
bakıyorum da kimler kimler geldi ve kimler kimler kaldı benim şu naçiz
yüreğimde…
Yüreğim şimdi
daha ağır, daha güçlü ve daha büyük…
Bir veda olduğu doğru… Ama bu, ne
onca insana ne de şehre, tüm gidişim eskiye ve tüm varışım eskiyecek bir
yeniye… Kafama estiği gibi biletimi alıp güzel ülkemin dört bir köşesinde çalacak
kapılarım var ya artık.
Amaaaaan …
Değmeyin keyfime…
Hırsız(lar) aranıyor!
“Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki
bütün günahlar hırsızlığın çeşitlemesidir... Bir insanı öldürdüğün zaman, bir
yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı
almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın.
Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.
Kendisine
ait olmayan bir şeyi alan insan, bu ister bir can olsun isterse bir dilim
nan(ekmek) adiliktir. Çalmaktan daha
kötü bir suç yoktur…”
(Uçurtma Avcısı-Khaled Hosseini)
Geride küçük
bir kırmızı balığı bırakıp bırakmadığımı görmek için aynı yerde onu arıyorum.
“Sana kitap alırsam okur musun?” sorusuna umutsuzca “Okurum desem alacaksın
sanki.” diyen o küçüğü arıyorum. Dakikalarca peşimde koşturduğum insanların
“Arama artık şu çocuğu, çoktan gitmiştir.” demelerine rağmen sokak sokak
aradığım o çocuk…
Kim bilir
nerede şimdi?
Yere
düşürdüğü demir paranın ayağıma kadar yuvarlandığı o anı ve başını
kaldırdığında karşısında gördüğü kitaba nasıl baktığını unutmadım. Umudun
tekrar yeşerdiği o an… Aynı heyecanı, şaşkınlığı, yine aynı sokaklarda
arıyorum.
Çocukluklarını
çalanları arıyorum ve kim olduklarını çok iyi biliyorum! Sanki hiç çocuk
olmamışlar gibi davranan o kocamaaaan insanları hayretle izliyorum.
Çocukların
ruhlarını konserveleyip raflarda satışa çıkartan o sözde insanları arıyorum.
Çocuklukların,
çocukluklarımızın hırsızlarını arıyorum.
Farklı bir
dünya değil, olması gereken dünyayı istiyorum.
Sokakta
eline tutuşturulan mendilleri satmaya çalışan o çocukları daha farklı düşünmek
istiyorum.
Yalvarırken değil gülerken görmek istiyorum her birini…
Yalvarırken değil gülerken görmek istiyorum her birini…
Dünyadaki
tek günahın, günahkârlarını arıyorum.
Yanlışlıklar komedyasında karalanmış bir karakterim onlar gibi
ve benim hayatımda da pek çok eksik var. Herkesinki kadar gedikler var ruhumda…
Ama hiç biri bir çocuğun sesindeki tipi kadar şiddetli değil. Hiçbir eksik bir
çocuğun sessizliği kadar soğuk ve ürkütücü değil. Hiçbiri çocukluğumu çalabilmiş
değil.
Peki, ya çocuklukları çalınanlar?
Dünyanın en büyük ve bana göre tek günahının mazlumları onlar. Bu
yüzden, bu yükü taşıyamayacak kadar eksikler…
Bugün, pek çok çocuk, koca koca adamların aldığı savaş kararlarına
doğuyor ve o çocuklar savaşla büyüyor. İçlerinde bir yerlerde hep o barış
dedikleri şeyin eksikliğini tamamlamaya ve huzurun ne olduğunu anlamaya
çalışıyorlar. Ama çalışmanın ötesine gidemiyorlar. Elleri, yüzleri, en çokta
gözleri kir pas içinde… Güneşe değil de bombaların kararttığı gökyüzüne
uyanıyorlar, her gün. Kuş sesleri değil, kurşun sesleri vızıldıyor
kulaklarında. Yeşil, mavi, sarı, turuncu… Hiçbiri yok onların gözünde.
Siyah, beyaz, gri var!
Büyüdükçe siyaha çalan,
derinleşen, kaybolan ruhları var. Hiçbir saklambaçta ebelenmiyorlar. Derine
saklandıkları için değil, unutuldukları için… Ebelemeyi unuttuğumuz için…
Sonra o çocuklar büyüyor.
Hiçbir çocuğu tanıyamadan! Hiç çocuk olamadan!
Mütemadiyen
ve çeşitli hikâyelerle sokaklarda, televizyonlarda, gazeteler de ve daha pek
çok yerde gördüğümüz çocukların hayatı çalınırken, ne kadar günahsızım diye
düşünesi geliyor insanın. Şu Nisan ayının 23’ünde ağzında koca bir kahkaha
dolusu mutluluğu saçarken hayal ediyorum her birini… Nice çocuk bayramı
kutlayacağımız günleri düşlüyor ve renk cümbüşünün içinde buluveriyorum
kendimi. Sadece bayramlarda değil de tüm
doğan günlerde çocuk bayramlarındaki gibi daimi mutluluk ve huzurun gelmesini diliyorum,
her yıl. Ve her yıl, tekrar tekrar bu dileğimin ulaşmadığı çocukları görüyorum. Tıpkı o Ankara sokaklarında umudunu kesmiş isimsiz kahramanım gibi...
Hırsızları
arıyorum!
Saklandıkları
tenhalarda küf tutmuş, ağ bağlamış HIRSIZLARI…
NEREDE
OLDUKLARINI BİLEN VAR MI?
Kırmızı balıklar, neredesiniz?
Bu kelime nedense hep yasaklanmış hayatlar sürdüğümüz izlenimini
veriyor bana.
Sınırlı hayatlar, hayallere vurulmuş
prangalar, huzurun terk ettiği insanlar… Zihnime kötü resimler çiziyor. Uzun
zaman önce okuduğumda hayatımı kökten değiştiren İran asıllı Behrengi’nin
anlatmak istediklerini ve her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkılan Küçük Kara
Balık’ın hissettiklerini düşünüyorum. Annesinin ardı sıra her gün ava çıkan, dolaşan
Küçük Kara Balık, bir zamanlar umutları ve hayalleri olan anne balığa on bin
yumurtadan arda kalan tek yavruydu. Bir
süredir keyifsiz olduğunun annesi de farkındaydı, fakat ses etmeyip, geçer
ümidiyle susmuştu. Ve bir gün Küçük Kara Balık dayanamamış, sabahın erken saatinde
annesini uyandırıp, o güne kadar kimsenin cesaret edemediği cümleyi
haykırmıştı:
-Buradan gitmeliyim.
-Mutlaka gitmen mi gerekiyor?
-Evet anne, gitmeliyim.
-Sabahın bu erken saatinde nereye gideceksin yavrum?
-Yaşadığımız bu su birikintisinin, bu derenin nerede bittiğini merak ediyorum anne. Bugüne kadar çok fazla düşündüm fakat bu soruya bir karşılık bulamadım. Geceleri gözüme uyku girmiyor. Sürekli bunu düşünüyorum. Kararımı verdim anne: Gidip derenin nerede bittiğini öğreneceğim.Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek, bilmek istiyorum.
Anne balık ne kadar yalvardıysa, karşı çıktıysa nafile, Küçük Kara Balık kararını çoktan vermişti.
-Bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünya da başka şekilde yaşamak da mümkün mü?
-Evet anne, gitmeliyim.
-Sabahın bu erken saatinde nereye gideceksin yavrum?
-Yaşadığımız bu su birikintisinin, bu derenin nerede bittiğini merak ediyorum anne. Bugüne kadar çok fazla düşündüm fakat bu soruya bir karşılık bulamadım. Geceleri gözüme uyku girmiyor. Sürekli bunu düşünüyorum. Kararımı verdim anne: Gidip derenin nerede bittiğini öğreneceğim.Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek, bilmek istiyorum.
Anne balık ne kadar yalvardıysa, karşı çıktıysa nafile, Küçük Kara Balık kararını çoktan vermişti.
-Bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünya da başka şekilde yaşamak da mümkün mü?
...
Mümkün müydü dünyada başka şekilde yaşamak, bulabilmiş miydi Küçük Kara Balık sorusunun cevabını bilmem, ama bu hikayenin ardında küçük bir kırmızı balık kalmıştı. Hikayeyi anlatan yaşlı balık uyku vaktinin geldiğini söyleyip de her balık taşının altına girdikten sonra o, uyuyamamıştı. Sabaha kadar denizi düşünmüş ve düşlemişti...
Her defasında sorarım: Küçük Kara Balık kadar cesur musun? Değiştirebilir misin suyunu, gidebilir misin bilmediklerini öğrenmeye? Peki, anlar mı seni, senin en yakınların? Düşündüklerini uygulayabilir misin kendi suyunda, düşünebilir misin insanca yaşamayı ve bunun mümkünatını...
Filmin birinde sevdiği kızın peşinden gidip gitmemeyi düşünen bir gence nasihatte bulunan yaşlı adamın söyledikleri silinmiyor zihnimden:
Cesaret, hiçbir şeyden korkmamak değildir! Korkularının üstüne gidebilmektir.
Yaşlı adam ya da senarist ya da bu cümleyi her kim kurduysa haklı, yerden göğe kadar hem de... Bugüne kadar korktuk ve sustuk da ne oldu? Ne geçti elimize hayal kırıklıklarımızdan başka?
Koca bir "HİÇ" dediğinizi duyar gibiyim...
Ama yanılıyorsunuz!
Her suskunluk her korkaklık sizin canınızı daha çok yakmadı mı? Güveninizi kırmadı mı? Her defasında daha güçlü haykırmak istemediniz mi? Buna hayır diyorsanız, hiç kusura bakmayın ama yalan söylüyorsunuz.
Bizi büyüten acılarımızdı.
21 Aralık 2012 günü koltuğuma oturmuş kafamda bin türlü soruyu cevaplamaya çalışırken Genco ERKAL'ın oyununun başlamasını bekliyordum. Nereye gidiyorsun? Bu soruyu anne balık sorduğunda bilinmezi bulmaya diye cevaplamıştı Küçük Kara Balık.
Peki ben nereye gidiyordum?
Genco ERKAL sahneye çıkar çıkmaz aynı soruyu sordu: Nereye gidiyoruz? Oyunun adını biliyordum elbette: Buydu. Ama bir insan sahneye çıkıp da tüm anlamı gözlerine yükleyip sorduğunda daha ciddi düşünmeye başladım nereye gittiğimi. Nereden geldiğimi çok iyi biliyordum, aslında gitmek istediğim yerleri de...
Ama bir sorun vardı: Hangi yoldan, nasıl ve kiminle?
Çok yakın bir zamanda vermiştim kararımı ve bunun doğruluğunu tartışıyordum kendimle.
Doğru!
Kime ve neye göre? Bugüne kadar hep doğruyu düşündük. Doğru olduğuna inandıklarımızı yaptık ve belki istemeden de olsa doğru insanı aradık. Kendimizin ne kadar doğru olduğunu tartmadan...
Uzun süredir ölmeden önce yapacaklarımı, gideceğim, göreceğim yerleri yazıyorum. Elimden geldiğince de uyguluyorum. Kendi adıma galiba doğru yoldayım, küçük hatalarla... Umarım büyüyerek önüme çıkmak yerine yok olup giderler... Bunu siz de yapın. Bu bir plan değil, bir hayal ekspresi... Sadece duraklarını belirleyin ve kaçırdığınızda üzülmeyin, yeni bir durak olacak nasılsa...
O akşam, izlediklerimin zihnimdeki yansımalarını anlatamayacak kadar büyülendim. Sahne büyüsüne ne kadar inanırsınız bilmem ama hâlâ 20 yaşındaymış gibi bir performansla seyircisini, yaptığı işi, sunduğu oyunu ve oyuna emeği geçenlere verilecek hakkı önemseyen bir oyuncu vardı sahnede. Kişiliğiyle, duruşuyla ve oyunculuğuyla tekrar tekrar hayran kaldım. Genco ERKAL için nereye gittiğini bilen adam desem sanıyorum yanlış olmaz. Aziz NESİN'in 15. ölüm yılına istinaden hazırladığı, ülkemizin nadide sorunlarına mizahi bir dille değinen Aziz NESİN'in güçlü metinlerinin birleştirildiği otantik bir oyun. Bütünüyle eğlenceli ve düşündürücü... Alkışlamaktan ellerimin patladığı, Genco ERKAL' ın oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldığım yaşanılası bir oyundu.
Oyun bitip tüm seyirciler salonu terk ettiğinde karanlıkta asılı kalan repliklerden birini sizin için sakladım:
Olgun kişi, nereden gelip nereye gittiğini bilendir!
Çürümekle ham kalmak arasında gidip gelme eyleminde olanlar var benim güzel ülkemde... Şimdi de ben soruyorum:
Nereye gidiyoruz?
Ne kadar olgunuz?
Aramızda denizi düşünen ve düşleyen kaç tane kırmızı balık var?
Her defasında sorarım: Küçük Kara Balık kadar cesur musun? Değiştirebilir misin suyunu, gidebilir misin bilmediklerini öğrenmeye? Peki, anlar mı seni, senin en yakınların? Düşündüklerini uygulayabilir misin kendi suyunda, düşünebilir misin insanca yaşamayı ve bunun mümkünatını...
Filmin birinde sevdiği kızın peşinden gidip gitmemeyi düşünen bir gence nasihatte bulunan yaşlı adamın söyledikleri silinmiyor zihnimden:
Cesaret, hiçbir şeyden korkmamak değildir! Korkularının üstüne gidebilmektir.
Yaşlı adam ya da senarist ya da bu cümleyi her kim kurduysa haklı, yerden göğe kadar hem de... Bugüne kadar korktuk ve sustuk da ne oldu? Ne geçti elimize hayal kırıklıklarımızdan başka?
Koca bir "HİÇ" dediğinizi duyar gibiyim...
Ama yanılıyorsunuz!
Her suskunluk her korkaklık sizin canınızı daha çok yakmadı mı? Güveninizi kırmadı mı? Her defasında daha güçlü haykırmak istemediniz mi? Buna hayır diyorsanız, hiç kusura bakmayın ama yalan söylüyorsunuz.
Bizi büyüten acılarımızdı.
21 Aralık 2012 günü koltuğuma oturmuş kafamda bin türlü soruyu cevaplamaya çalışırken Genco ERKAL'ın oyununun başlamasını bekliyordum. Nereye gidiyorsun? Bu soruyu anne balık sorduğunda bilinmezi bulmaya diye cevaplamıştı Küçük Kara Balık.
Peki ben nereye gidiyordum?
Genco ERKAL sahneye çıkar çıkmaz aynı soruyu sordu: Nereye gidiyoruz? Oyunun adını biliyordum elbette: Buydu. Ama bir insan sahneye çıkıp da tüm anlamı gözlerine yükleyip sorduğunda daha ciddi düşünmeye başladım nereye gittiğimi. Nereden geldiğimi çok iyi biliyordum, aslında gitmek istediğim yerleri de...
Ama bir sorun vardı: Hangi yoldan, nasıl ve kiminle?
Çok yakın bir zamanda vermiştim kararımı ve bunun doğruluğunu tartışıyordum kendimle.
Doğru!
Kime ve neye göre? Bugüne kadar hep doğruyu düşündük. Doğru olduğuna inandıklarımızı yaptık ve belki istemeden de olsa doğru insanı aradık. Kendimizin ne kadar doğru olduğunu tartmadan...
Uzun süredir ölmeden önce yapacaklarımı, gideceğim, göreceğim yerleri yazıyorum. Elimden geldiğince de uyguluyorum. Kendi adıma galiba doğru yoldayım, küçük hatalarla... Umarım büyüyerek önüme çıkmak yerine yok olup giderler... Bunu siz de yapın. Bu bir plan değil, bir hayal ekspresi... Sadece duraklarını belirleyin ve kaçırdığınızda üzülmeyin, yeni bir durak olacak nasılsa...
O akşam, izlediklerimin zihnimdeki yansımalarını anlatamayacak kadar büyülendim. Sahne büyüsüne ne kadar inanırsınız bilmem ama hâlâ 20 yaşındaymış gibi bir performansla seyircisini, yaptığı işi, sunduğu oyunu ve oyuna emeği geçenlere verilecek hakkı önemseyen bir oyuncu vardı sahnede. Kişiliğiyle, duruşuyla ve oyunculuğuyla tekrar tekrar hayran kaldım. Genco ERKAL için nereye gittiğini bilen adam desem sanıyorum yanlış olmaz. Aziz NESİN'in 15. ölüm yılına istinaden hazırladığı, ülkemizin nadide sorunlarına mizahi bir dille değinen Aziz NESİN'in güçlü metinlerinin birleştirildiği otantik bir oyun. Bütünüyle eğlenceli ve düşündürücü... Alkışlamaktan ellerimin patladığı, Genco ERKAL' ın oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldığım yaşanılası bir oyundu.
Oyun bitip tüm seyirciler salonu terk ettiğinde karanlıkta asılı kalan repliklerden birini sizin için sakladım:
Olgun kişi, nereden gelip nereye gittiğini bilendir!
Çürümekle ham kalmak arasında gidip gelme eyleminde olanlar var benim güzel ülkemde... Şimdi de ben soruyorum:
Nereye gidiyoruz?
Ne kadar olgunuz?
Aramızda denizi düşünen ve düşleyen kaç tane kırmızı balık var?
1 Eylül 2013 Pazar
Herkese yeniden merabalar...
![]() |
MRB...
Doğada ve biz insanların hayatında her şeyin bir
zamanı vardır. Ekin zamanı, hasat zamanı, doğum zamanı, okul zamanı… Şimdi de
TİYATRO ZAMANI!
“Oyun, kültürden daha eskidir.” der Huizinga.
İnsan, ana rahmine düştüğü andan itibaren
oyunu, oynamayı bilen bir varlıktır. Eminim ki herkes küçükken hastalık yalanı
oyununu oynamıştır. Her kadın küçüklüğünde evcilik oynayıp, şakacıktan anne
olmuştur. Çoğu erkekte bir mahalle maçında attığı tek bir golde kendini ünlü
bir futbolcu sanmıştır. Oyunlarımızı ve çocukluğumuzu büyüdükçe ulaşılmaz
tenhalarımızda yalnızlığa ve karanlığa terk ederiz. Oysa ne güzeldir
küçüklüğümüzdeki oyunlar.
Hep tadı damağımızda kalsa da kendimizden
geçirip adeta yepyeni, sadece bize ait olan bir Dünya sunmuşturlar.
Hayallerimiz, anlıkta olsa, ete kemiğe bürünüp bizlerin olmuştur; hiç
olamadığımız ve belki de olamayacağımız kadar özgürleşmişizdir.
Annelerimiz
bizi çağırana dek ne büyük şevkle oynanır o oyunlar. Akşam olup yemek vakti
geldiğinde, hep “Geç olmuştur” ve eve gidişin ilk resmî adı tiz sesli bir
kadının dudaklarından dökülmüştür bile. Neden ve nasıl geç olduğunu, saat
kavramını bilmeyen bizler, bir ömrü sahte ve hayali bir bedende tüketmişizdir.
İşte
benimde tiyatroya başlamama vesile olan şeyler bunlar. Sizlerden daha farklı
değil. İlk izlediğim oyunu hatırlamasam da sahnenin ilk tozunu sizin gibi çocuk
oyunlarımda tattım. Sonra da kendimi sahne denen o büyülü yerde buldum. Kendimi
ve çocuk denebilecek o yaşlarda kendimce büyük dertlerimi unuttum. Büyüdükçe… Diyemeyeceğim.
Çünkü içimdeki çocuk hâlâ yaşıyor. Üniversite son sınıf öğrencisi olmam da bu
gerçeği değiştirmiyor. Bundan böyle sizlerle “TİYATRO”yu ve dolayısıyla da
hayatı paylaşacağız.
Neden
mi tiyatro?
Koordinatları çizilmiş hayatlar ve hiçbir koordinatla yeri
saptanamayan hayatlar vardır. Hiç ummadığınız bir biçimde sınırları çizilmiş
zannedilen sahnede çakışabilirler. Orada
hiç olamayacağınız insanlar olursunuz, izlerken belki de hayatınız da hiç şahit
olamayacağınız olaylara şahit olursunuz, söyleyemediklerinizi orada söylersiniz
ve işitemeyeceklerinizi orada işitirsiniz. “Ne var, sinemada da bunları görebiliriz,
kitaplardan okuyabiliriz.” diyebilirsiniz. Hatta “İstediğim zaman filmi
durdururum, kitabı bırakırım.” da diyebilirsiniz. Hatırlamak için tekrarlaya da
bilirsiniz. İşte tamda bu nokta da tiyatro, hayatı yansıtan bir aynadır. Olmadık
bir şey olabileceği gibi, ona, yani tiyatroya müdahale edemez ve onu
durduramazsınız. Size yansıtılan bir hayatın verdiklerini paylaşırsınız. Tıpkı
hayatın size sundukları gibi… Hayatı olduğu gibi tiyatroyu da geri
saramazsınız. Bazen bir gözyaşını paylaşırsınız. Duyulması güçtür ama şaşılası
bir hayal gücüyle o gözyaşındaki tuzun burnunuzu yakabilen o kokusunu duyabilirsiniz ve o an
yalnızca bir kere yaşanabilir.
Hayat tüm hızıyla ve olağancalığıyla akarken, bir an durup, dönen dünyaya bakabilirsiniz. Dünyanın sadece döndüğünü değil, o dünyanın içinde yaşadığınızı tekrar tekrar hissedebilirsiniz.
Hayat tüm hızıyla ve olağancalığıyla akarken, bir an durup, dönen dünyaya bakabilirsiniz. Dünyanın sadece döndüğünü değil, o dünyanın içinde yaşadığınızı tekrar tekrar hissedebilirsiniz.
Shakespeare’in de dediği gibi “İnsanı, insana,
insanla, insanca” anlatabilirsiniz.
Gelişen
ve değişen dünyamızda maalesef ki benim gibi çok konuşanlara ya da uzun
yazılara pek rağbet gösterilmiyor. Zaman kısa filmlerin, kısa boyların,
remi(ni)ks şarkıların ve kısa kelimelerin zamanı…
Herkese "tekrar" MRB…
Birazda buradan devam edelim ;)
Sebebine akıl sır erdiremediğim, çokta bilemediğim, daha doğrusu kafa patlatamadığım ve bir süreliğine olacağını ümit ettiğim nedenlerden dolayı artık sanal dergimizi yayınlayamıyoruz. Dolayısıyla bende bir süredir paylaşımda bulunamıyorum... Düşündüm taşındım ve özerk bir blog açmaya böylelikle karar verdim. Belki geç bile kaldım ama malum hayat gailesi, koşturmaca, kafa patlatmaca derkeeennn... Kısmet bu güneymiş:)
Eh daha fazla söze de gerek yok sanırım; desteklerinizi,yorum ve eleştirilerinizi bekliyorum... Sanırım artık sizlerle pek çok şeyi paylaşabileceğim...
ŞİMDİDEN İYİ GEZİNTİLER...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)