4 Eylül 2013 Çarşamba

Bir sonbahar yürüyüşünden izler...


Önce sesleri duydu, ardından damlalarla göz göze geldi. Pencere de bildiği bir siluetti yansıyan görüntüsü. Her şey yeni bitmişti ve her şey yeniden başlıyordu, bu soğuk, yağmurlu sonbahar gününde. Burnuna ilişen ve tüm beyin kanallarını saran kahve kokusuyla uyanmıştı. Eski dedikleri, geçmişte, bu camın arkasında kalmıştı.

İyi gelecekti kahve, her şeye… Bu kokuda yalnızca çocukluğu vardı. Şimdiden huzurla dolmuştu içi. Teknolojinin nimetlerinden yararlanma vakti çoktan gelmişti. Pc başına geçip bir şeyler dinlemeliydi. Tüm bu yaptıkları ne kadarda garipti. Kahveyi sevmez, yağmurlu
havalardan hiç mi hiç hoşlanmazdı, müzik desen aramazdı. Şimdi bunlara ihtiyaç duyuyordu ve işin ilginç yanı bunlar ona iyi geliyordu.

İç geçirdi.

Sokakta ıslanmamak için koşturan insanlara baktı, el ele vermiş yağmurun tadını çıkaran sevgililerin olmayışına koca bir iç geçirdi, artık sevgilisinin olmayışına da. Bu iç çekişin içler acısı yanı; artık sevebilmek kavramına olan güvensizliği oldu.

Bir daha sevebilecek miyim, diye geçirdi içinden. Hiç o kadar heyecanlanabilecek miyim? Küçük bir kız çocuğu olacağım zamanlar geri gelecek mi? Bu soğuk tenimi, iliklerime kadar donacağım soğuklarda sıcak basacak mı? Yanaklarım kızaracak mı yeniden?

Geçecek değil mi? Hepsi bitecek. Tüm bu can yanıklarım, hepsi son bulacak değil mi?

Yeni kararlar almak güzel, ama uygulayabilecek gücüm kaldı mı?

Hadi amaaa… Toparlanmak zorundayım. Hem ben o kadar da güçsüz biri değilim.

Yaşanması gerekiyordu ve yaşandı.

Hepsi bu! Bitti, gitti bile.

Sahi bitti değil mi? Gitti artık hayatımdan.

Meğer yokken bile ne denli hissedilir bir varlığa sahipmiş, nasılda bir anda nüfuz edivermiş aldığım nefese bile. Ondan bu kadar yanıyor ya zaten canım. Her nefes alışımda ciğerlerime cam kırıkları batıyor sanki. Damarlarım daralıyor, kalbime ulaşması geren kan gitmiyor, göğüs kafesim, kaburgalarım zorlanıyor, aldığım nefes bile haram, zıkkım oldu.

Ama geçecek hepsi, bitecek. Güzel günler yakın.

Bir sonbahar yürüyüşü; hava toprak kokuyor. Birkaç kitapçıya uğrayıp saman yapraklı kitap kokularını da içime çektikten sonra bu yürüyüşüme bir ara verdim. Çok kısa bir anda takılıverdi gözlerim pencerenin birine. Her şeyin bir nedeni olmalı diye geçirdim içimden. Bu banka oturana dek kim bilir neler yapmıştı. Şu an için onu izlediğimi gördüğünü sanmıyorum.

 Tam olarak bu yazdıklarımı mı düşündü bilemiyorum. Ama düşünmüş olacağını düşündüğüm şeyler hemen hemen bunlardı. O an çantamdan çıkardığım ve avuçlarımda tuttuğum tiyatro biletleri beni memnun etmeye yetiyordu. Bir yıl kadar önce kafaya koyduğum, “En olmadı İstanbul’a gider izlerim.” dediğim oyun, şansımın yaver gitmesiyle ayağıma kadar gelmişti ve evet, müzikal biletleri benim sevincimin tavan yapmasına yetiyordu. Belki de onunda böylesi küçük bir şeye ihtiyacı vardı.

Zamanlamasını çözemediğim anlar var: Tanrı’ya doğrudan ulaştığım anlar. Sizinde olmuştur böyle anlarınız. Sanıyorum öylesi bir andaydım ve gözlerimi kapatıp bir dilek tuttum.

Oluverdi. Birden.

Gözlerimi açtığımda göz gözeydik. Mutlu mu olmalıydım, mutsuz mu bilemedim önce. Evet, doğru düşünmüştüm. Bu gözler canı yanan birine aitti. Ne yapabileceğimi düşündüm.

Onun için ne yapabilirdim ki o kısacık anda.

Sıcak ve samimi bir gülümseme…

Yapıp yapabildiğim en iyi şey bu sanıyorum. Kocaman, umut dolu bir gülümseme…

Hayat her şeye rağmen devam ediyor ve çokta fena sayılmaz, gül hadi…

Başarmıştım. Gülüyordu. Belki de Tanrı’nın onu unutmadığını hatırlatmıştım…

Önce şaşırdı ve sonra o da gülümsedi. İşte bu kadar kısaydı.

Kahve kupasıyla bir şerefe, başlarımızın göz kapaklarımızla aşağı yukarı yaptığı o senkronik selamlaşma hareketi…

Sonrası yok…

Belki ardımdan birkaç dakika beni izleyen ya da gözlerini göğe çeviren bir yabancı…

Yıllarımızı paylaştığımız insanların bile bazen veremediği samimi, içten, sımsıcak bir gülümseme…


Anı paylaşan iki yabancı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder