16 Haziran 2012
Bu yazıyı siz okumadan çok önce
yazıyorum!
Bu satırlar
okunurken ben çok uzak diyarlarda olmasam da muhtemelen yepyeni bir sayfanın
ilk harflerini bilindik bir kalemle karalıyor olacağım.
Fonda Mabel
Matiz ve ben son birkaç gündür yeni günlerimde değil eski günlerimde yaşıyorum.
İçimde bir burukluk, omuzlarımda gereksiz bir yorgunluk, aklımı kurcalayan onca
soru ve bunlara rağmen kafamı meşgul etme çabalarım…
Şehir giderek
ıssızlaşıyor!
Ben de gidince
hepten yalnız kalacak anılarımız. Sokaklarda yeni ayak izleri var ve ben
eskilerini bulmak için çırpınıyorum. Bu yazıyı bu denli önce yazıyorum çünkü
sonra zamanımın olmamasından korkuyorum.
Yine
toplanacak tüm eşyalar…
Duvarlarımda
anılarımın toz tutmuş rengini yıllardır çıkarmadığım posterlerden anlayacağım.
İnsanın sökesi gelmiyor o posterleri. Gözüm kitaplığa ilişiyor. Ne kadar da çok
kitap var. Tozlarını geçtiğimiz yıl almıştım. Tam 3 koca günümü almıştı her
birini tek tek temizlemek, ardından yaşadığım alerji krizinin süresi de cabası…
Bunca kitabı kaldırmak zor iş! Kim uğraşacak şimdi bununla? Hıhh… Küçük bir
tebessüm: Alaylı ve özlem dolu… Odama her gelenin kitaplığıma hayran kalıyor
olmasına karşı şimdi yüzümde kalan bu. Hepsini okusam içim yanmayacak.
Evdeki odalar
bir bir boşalıyor, sesim boş koridorda yankılanıyor ve ben gidiyorum. Yıllardır
gideceğimi bilmeme rağmen çokta metanetli olamıyorum. Gaip bu sefer galip
gelecek ve eskinin sesi kulağımda… Şimdi her şey bir anı… Oysa bu evde ne çok
şey yaşandı. Geldiğim de bir çocuktum ve şimdi koca bir kız oldum.
Tilki misali
dönüp dolaşıp geldiğim yere geri dönüyorum ama ne ben artık eski benim ne
geldiğim yer eskisi gibi… Her şey gibi o da değişti. Yıllardır gidenlerin
ardından bakan ben, şimdi temelli gidiyorum.
Yüreğime onca
şeyi sığdıramadan hem de…
Yüreğimizin
bedenimizden büyük olduğunu söyleyen bir dostun kazanıldığını hatırlayıp aynı alaycı
gülümsemeyi takınıyorum. Bu şehre gelirken o ve onun gibilerin kazanılacağını
hiç hesaba katmayan o küçük kızla dalga geçiyorum şimdi. Ve sanırım artık
gerçekten gidiyorum.
Ne çok hayata
dokundum şu küçücük şehirde…
Şimdi
anlıyorum ki olay mekânın darlığında değil bizim mekânı dar görüşümüzdeymiş.
Taşı toprağı altın olan İstanbul, Ankara, İzmir değilmiş de içindeki dostlarmış,
insanlarmış aslolan. Gittiğimde tanıdık çehrelerin koşar adımla açacağı kapının
arkasına gizlenmenin hayaliymiş altın değerinde olan. Marmaris’te 5 yıldızlı
otel keyfi yerine bir hoş sohbetle Türkçemize yeni kelimeler kazandırabilmenin
dayanılmaz keşfiymiş toprak gibi bereketli olan.
Damağımda
unutulmaz tadı bırakacak olan Amasya’nın elması, Antep’in Katmeri, Rize’nin
çayı, Kars’ın hiç tatmadığım kaz eti değil artık.
Çıkacağım
yolculukların ucunda bekleyen o şimdinin eski dostlarına kavuşmanın yerinden
fırlayacak heyecanıymış kalbimde atacak olan. Islatacağız derken ıslanmak ve
yine ıslanmanın hayalini kurmayı öğrenmem gerekliymiş. Hiç türkü sevmeyip de
bir bağlamanın sesine hasret kalmam gerekliymiş. Hatta ara ara sıkılıp “Ver şu
bağlamayı da ben çalayım, sen unutmuşsun görmeyeli” diyebilmenin dayanılmaz
samimiyetindeymiş her şey... Köfteyi, kediyi, karameli, tahini, pekmezi, bacım
kelimesini ve daha nicesini sevmeyip, bunları sevebilmenin sevdiğin insanlara
lakap yapmaktan geçtiğini düşünmekmiş. Ve evet, Ah bu şarkıların gözü kör olsun
demeliymiş.
Velhasıl-ı
kelam, bütün bu kelimelere sığdırılamayan yılları doyasıya yaşamamız
gerekliymiş. İçim de bu günlere özlemle yaşayacağıma ve bugünlerin
emekçilerinden her biri telefonumu çevirdiğinde, kapımı çaldığında ağzımın
kulaklarıma varacağına dair bir his var.
Öyle de
olacak, eminim.
Çünkü daha
geldiğimin bilmem kaçıncı ayında öğrendim: İnsana sarılmak kadar samimi bir
selamlama yokmuş. Kucaklamak: Birini her şeyiyle kabul etmek kadar samimi,
eksik kalbinin yanında, hemen sağında bir başka kalp atışını hissetmek kadar
anlamlı her şey, ne kadar eksik olduğuna bakmadan, tamamlamaya çalışmak ve
tamamlanmak için her bir canı canına katmak… Kucaklamak, birilerini her şeyiyle
kabullenmenin, iyisini âlem içinde gururla söyleyip, kötüsünde dahi tek yürek
olduğunun ve bunu ömür boyu kalbinin hemen yanında, sağ tarafında taşıyacağının
en riyasız taahhüdüymüş…
Pek çok kucak
açtım ve pek çok kucaklaşmada canıma can kattım. Zamanı geldi artık, şimdi
yüreğimin hiç önüne bakmayacağını hesaba katarak ardıma bakmadan gideceğim.
Oysa itiraf etmeliyim; kucaklaştığım ve sağ yanımda hissettiğim yüreklerde çok
ama çok şey gördüm. Bazen kocaman odalarında kaybolurken bazen sığmayıp müsaade
istedim, bazen de orda hep bir yerim olsun diye didindim durdum. Şimdi dönüp
bakıyorum da kimler kimler geldi ve kimler kimler kaldı benim şu naçiz
yüreğimde…
Yüreğim şimdi
daha ağır, daha güçlü ve daha büyük…
Bir veda olduğu doğru… Ama bu, ne
onca insana ne de şehre, tüm gidişim eskiye ve tüm varışım eskiyecek bir
yeniye… Kafama estiği gibi biletimi alıp güzel ülkemin dört bir köşesinde çalacak
kapılarım var ya artık.
Amaaaaan …
Değmeyin keyfime…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder