24 Kasım 2013 Pazar

Sevgili günlük; hikayemiz hâlâ aynı...


Beklenmedik bir anda gelen bir telefon, karşımda aylardır görmediğim bir dost ve felekten bir gün…
Evet, sevgili günlük…
Umutsuzlara umut ve mutsuzlara mutluluk…
Anlayacağın hikâyemiz hâlâ aynı:)

Yeni anlamlar kazandım geçtiğimiz bu süreçte; sevimli bir gülüşüm var benim artık J
Bu benim için yeni bir anlam…

Hayata olan bu tutkulu gülüşüm kimi için umut, kimi içinse karşıdan bakıldığında gözleri dolduran trajik bir hayat hikâyesinde su serpmeye çabalamanın güçlü duruşu…

 Oysa benim tarafımdan bakıldığında değme komedilere taş çıkarır cinste bir abzürt tiyatro…
Ve belki bilmediklerimin gözünde başka anlamlar…

İnsanlarımca çizilen bu resimde nasıl bir ben çıktığı hakkında çok düşünmek istemiyorum.
Sanırım eciş bücüş eğri büğrü bir şey olur J

Ama ben bu gün kelimelerle daha güzel bir resim çizmek istiyorum:
Hâlâ daha mutlu olabiliyor ve umudu yakalayabiliyorsa insanlar, benim gülüşümle:
İki çift sözümle bir cana can katıp ölümü çıkarabilmişsem zihninden…
Hâlâ bir dost kilometrelerce uzaktan beni görmeye, iki lafın belini kırmaya susamışsa…
Ve onca saklambaca rağmen belki de cebindeki son kuruşla önemseyip aramışsa…

Evet, eksiklerimle, hatalarımla ama sonunda amaca giden arpa boyu da olsa doğru yolumda ilerliyorum.
Aramaz dediğim bugün aradığına, gelmez dediğim bugün geldiğine ve sanırım konuşmam bir işe yaramadı dediğim bugün yeni bir hayatın müjdesini verdiğine göreeee…
Mutluluğu hak ediyorum!

Sadece bekliyorum.
Neyi, kimi, niye…
Öyle çok soruda öyle hiç cevaplar ki bendekiler...
Yorgunum düşüncelerimde…
Konuşuyor ve yazmaya çalışıyorum yine de…

Bu çalışmalara dur dediğim anlamına gelmiyor…
Bilirsin, gülen yüzleri severim çünkü onlarda benim gibi…

Gülünce çok güzel oluyorlar…


31 Ekim 2013 Perşembe

TABU



Tabu, insan davranışlarının belli alanlarda, belli normlarla ilişkili, kutsal veya dokunulmaz olarak addedilen oldukça güçlü “sosyal” yasaklardır. Sigmund Freud’un tabular üzerine yapmış olduğu bilimsel analizine bakacak olursak; bu tür yasaklara karşı güçlü bilinçaltı güdüleriyle hareket ettiğimiz kanıtlanmıştır.

Bu noktadan bakıldığında da bilinci yerinde her bir birey için bunların toplumsal ön yargılar olduğunu söylemek mümkün. Fakat sorun şu ki bunlardan kurtulmak, söylemek kadar kolay değil.
İlk bakışta insan zihnin de sınırları, duvarları ve ötesinde benliğimize ait özgürlükleri yok edici bir güç resmi çizse de, temel de “TABU”  olarak adlandırdığımız şeyler bizlere dayatılan ya da bizlerin evrimleştirdiğimiz kurallarımızdan fazlası değildir.

Ama aynı insan sahip olduğu ego(ben) duygusuyla sadece bir başkası istediği için bu kurallarından taviz vermeyi benlikteki kırılma olarak görüyor ve kuralcı kimliği nedeniyle etiketleniyor.
Oysa bugün biz fark etmeden bilinçaltımızın küçük oyunlarıyla görünmez tabuları kırdığımızı sanırken bir başka tabuyu örüyoruz:  

Ben böyle olmayacağım!

İşte yeni bir tabu!

Ve aslında tabularımızın olduğunu söyleyenler kendi tabularının misyonerliklerini yaptıklarının farkında değiller.

“Çok fazla Tabun var, bunları aşmalısın.”
“Tabuların, önünü görmeni engelliyor. Kendine bunu yapma!”

Bu söylemler temelinde kendine benzeyen kişi ya da kişilerin Tabu olarak adlandırılan ve öteki olarak adlandırılacak bireyin egosunu görmezden gelerek kendi normlarında yeni bir birey inşasıdır.
Tabular, ileri bir noktadan bakıldığında ideaların ortaya koyduğu bir tablodur.

“İnancım buysa böyle yaşamalıyım.”
“A sisteminin uşağı olmayacağım.”
“Falancayı çok yobaz buldum.”
“Aynı cins kol kola girince hiç hoş görünmüyorlar, farkında değiller mi? ”

Bakınız bu söylemler alt anlamlarında ciddi Tabuların da varlığına ışık tutuyor. Başkalarının hayatını yargılarken ki kimse kimseyi yargılayabilecek kadar temiz bir vicdana sahip değil, kendi egolarımızın ötesine gidemiyor ve bu tabuları buldozerlerimizle yıkmaya çalışıyoruz.

İnsanları kendi bilinçaltımızda tabu dediğimiz şeyler yüzünden yobaz, faşist, diktatör, kezban, kro, apaçi ve benzer şekillerde etiketliyor ve ona göre davranıyoruz.


İnsanlara kendimizi anlatmaktansa kendi idealarımızı dikta ederek aslında biz diktatör olmuyor muyuz?


28 Ekim 2013 Pazartesi

Ahh be kardeşim, ahh benim canım kardeşim...


http://www.youtube.com/watch?v=n2AQ5F6F3n8


Biriktirdim,
Sen bilmeden, görmeden kelimeleri ...
Şimdiyse içime bile sığamadım,
Onca kelimenin itiş kakışında...
Bulamadım doğru kelimeleri...
Nerede benim kelimelerim?
Neler oldu bana?
Hissettiklerim ya da bunca zaman hissedip de kendime söyleyemediklerim...
Neden şimdi tokat gibi yüzüme vurursunuz...

Hayır.
Sadece son bir kaç günde düşünmedim bütün bunları...
Sen bilmeden öyle çok defa düşünürken bulmuştum kendimi.
Hemde sen bilmezken sana kırıldığımı sandığım zamanlarda...

Sonra sen benim bilmediğim hallerinde meğer ne çok zaman ayırmışsın bana...
İşte ben o gün anladım ne çok sustuğumuzu...
Öyle ki kelimeler hiç bu kadar doğru dizilimde olmamıştı belki de, yıllardır.
Evet,  "Yıllardır" hemde...
Meğer benim değil, senin kelimenmiş benim duymam gereken...

Burnumun dibinde olup bitenleri bilip, hissederken, ben hissettirememiş miyim sevgilerimi...
Asıl odunluk bende miymiş yoksa...
Yoksa zaman mı bulamamışım onca sevdiğim insana...
Çok mu geciktim sana kardeşim...
Senin canın yanarken canımın nasıl yandığını hiç mi anlatamadım sarılırken?
Ah be kardeşim...
Yapamadım mı?
Olmadı mı yoksa?

Kanım, canım, çocukluğum...
Yapamadım değil mi?
Sen benim elimden tutarken
Ben hep yapamadım değil mi?

Ah be kardeşim...
Sen sandın mı ki
Ben burda senin sevdiğin yemekleri yiyebildim?
Hep eksikti bir yerde sol yanım.

Hani o gün bir damla süzüldü ya senin o göz pınarından..
Ahh be kardeşim...
Neden uzak kaldık ki biz o gün senle...
Neden kaldırıp atamadım o masayı kahvecinin vitrinine...
Neden diyemedim ki
Gel be kardeşim...
Gel...

Sen yalnız değilsin.


27 Eylül 2013 Cuma

Dinlenmeye özlem...

Kızamıyorum artık insanlara...
Olduklarından farklı olmalarını isteyemem ya...
Kimi öyle, kimi şöyle...
Bende böyleyim işte...

Tam apaçık anlatasım geliyor içimdekileri, bu seferde dinlemeye mecali olmuyor insanların... Tam dinleyen biri arıyor kaç zaman sonra ama yanımda çocuk telaşlı birisi "hadi, hadi" diye çekiştiriyor ruhumun eteklerinden...

Ve ben : Kızamıyorum!

Zaman mı beni sevmiyor ben mi ona uyum sağlayamıyorum bilmiyorum. Ama bu iş böyle yürümüyor.

Çok yaşamışımdır insanlar içinde yalnızlık hissini. Daha sık aklıma geldiğindeyse; yetiremiyor muyum insanları yoksa yetemiyor muyum kendime diye düşünürüm?

Bana kalırsa hiç biri...

Tercihleriyle yaşıyor insanlar; ben anlatmayı tercih ettiğimde onların tercihi kafa bulmak oluyor benle... Susmayı tercih ettiğimdeyse onlarda anlamamak alışkanlık halinde...

Ben nerdeyim, onlar kim, ne kadar çok zamana ihtiyacımız var ve daha ne kadar zamanımız var?
Tüm bu sorular yetmiyor birbirimize sabretmeye bazen... Bilsem de beklemek gerektiğini, olmuyor işte...

Bir gece ansızın geliveriyor zaman; aynı masada oturduğum insanlara ruhumun ne kadar yorulduğunu anlatmak için çabalarken hem de... Boşluğun bilinmeyen bir köşesine ıslak sabuna basıp kaymışçasına düşüveriyorum. Sonra dank! diye vurunca kafamı o ıssız köşede bir yerlere, anlıyorum:
Anlatmak boşuna...
Anlaşılmayı beklemekte...

"Boş işler bunlaaarrr" diyen birine kulak asmak istiyorum.
Bildiğim tek doğru düzgün şey kulak asmak çünkü.
Ama artık onu da beceremiyorum, kendimden başkasına.
Yorgunluğumun ruh halimdeki kısmını örtbas etmek için bedenen yorulmak istiyorum, diyorum. Bu da anlamlandırması farklı olan insanlarda tebessümden başka bir anlam çizmiyor zihinlerine...

Galiba bu aralar çok fazla şey istiyorum, hepsi bu.

Biliyorum!
Susup oturmak bana göre değil...
Maskelerimse  gerçeği gösterecek kadar eskimiş...
Ve anlıyorum ki sabrı öğrenirken zamanı bekleyemeyecek kadar sabırsızlaşmışım...
Sabrı taşırmamak için  en iyisi gitmek belki de...
Selam sabah vermeden, vedalaşmadan, nereye ve niye olduğunu söylemeden gitmek...
İlla ki anlayacak birileri vardır biriktirdiğim kilometreler sonunda...
Kapalı kapılar ardında, zamanı dinlemez, iki elini iki ayrı yana açıp kucak dolusu anıyla boğmayı ve sussam da gözümdeki fırtınalardan her şeyi anlamayı bilen, benim çoktan tercümemi yapmış birileri vardır uzak denen yakınlarda...

Bir bilet kadar uzak yakınlarda...

17 Eylül 2013 Salı

Ömür bitmeden...



“Lazım olan başka bir ömür,
Zamanımız tükenmişken…”

Laflar, nefesler tükettik, yollar kat ettik bir kucak dolusu şefkate, huzura ve dünyanın hiçbir balta girmemiş ormanlarının yarışamadığı bakir saflığa kavuşmak için…
O yolların sonunda kah bir ana kucağında kah bir yarin kollarında yahut baba ocağında, kardeşin omzunda, nenenin yorulmayan dizinde bulduk başımızı…
Taşıyamadık çünkü kelimeler dolusu düşlerimizi, hislerimizi, fikirlerimizi…
Derin bir soluk aldık…
Bir eş dost toplaşmasında döküldü içimizdeki zehir. Hiç beklemediğimiz bir anda, çokta tanımadığımız ya da aslında hep bildiğimiz halde varmış olabileceğimiz insanların arasında…
Tanıdık gelen bir kalbi dinlerken bulduk belki kendimizi…
Notalarını daha doğmadan Tanrı’nın kulağımıza fısıldamış olabileceğini düşündük…
Huzur bulduk…
Hatırladık fısıltı anını…
Ve daha çok ağladık…
Zehri bıraktık gözyaşlarımıza, sıcak yanaklarımızda ruhumuzun kirini pasını temizlerken bir elin cilayı atmasıyla uyandık…
Yorulduk…
Bazen istemediğimiz, beklemediğimiz kadar yorulduk…
Ve erken ya da geç bir durakta derin bir nefes aldık…
Ve belki de tam zamanı gelmişken aldık o derin soluğu…
Ciğerlerimizin yanışını önemsemeden çektik, çektik, çektik içimize…

Sonra yine çıktık sahneye…
Kimse ne olup bittiğini anlamadan, sormadan çıktık yine sahneye…

11 Eylül 2013 Çarşamba

PORTAKAL, ORDA KAL !

HAZİRAN 2013

Az önce eylemin yapıldığı alandan geldim ve ne yazık ki hala olayı anlamayan, bunu 3-5 kişinin sapkınlığıyla saptırmaya uğraşanlar var. 

Eskişehir'de yaşıyorum ve birkaç gün önce gördüklerime, her geçen gün duyduklarıma inanamıyorum.

Bugün (4 Haziran) elime boş biber gazı kovanını aldım. Günlerdir balkonda tutulmasına rağmen leş gibi kokuyordu. Üzerini okudum. Yazanlar garipti. Çünkü bunu atanlar eğer ki okuma-yazma biliyorlarsa anlamamalarının imkanının olmayacağı gerçeğiyle yüzleştim.

Açık hava kullanımı için üretilmiştir. Doğrudan insan üzerine atılmamalıdır.

Peki, ama sanal medya da gördüğüm görüntüler neyin nesi?

Eğer okuma biliyorlarsa ve bu tür tehlikeli gazları vs. nasıl kullanacakları eğitimini aldılarsa... Bu cümlenin devamını herkes biliyor ama doldurmak için herkes kendi kelimelerini kullanmakta ÖZGÜR!

ESKİŞEHİR ÇAPULCU KAYNIYOR! 

Dedim ya, Eskişehir'de yaşıyorum. 3 Haziran'da cadde ortasında TOMA'yla portakal gazı sıkıldı, tazyikli su sıkıldı, biber gazları leblebi gibi üzerimize fırlatıldı bu güzel şehirde... Oysa ben halktım. Tek yaptığım gösteri ve toplanma hakkımı kullanmaktı. Aşırı gösteri sergileyip, kamu malına zarar verenler vardı, evet, ama benim ve benim gibi olanların yani çoğunluğun suçu neydi?

Orada bulunmak! 

NEDEN MEYDANLARDAYIZ?
Bakınız Anayasa'mız ne diyor:

T.C. 1982 ANAYASASI'nın İkinci Bölümü olan Kişinin Hakları ve Ödevleri kısmında bulunan 34. Madde'de; 
Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.
Bu hakkın kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.

İbaresi bulunmaktadır.

Şimdi herkes eylem biçimlerinin yanlış olduğunu düşünebilir. Ama sizi olayın en başına davet ediyorum. Sessizce Gezi Parkında kitabını okuyup eylem yapan topluluğa gece saatlerinde tazyikli su sıkmak, çadırları ateşe vermek, toplumu galeyana getirmek kimin suçudur?

Anayasal hakkını arayan halka uygulanmış olan bu olay aynı halkın hakkını tecavüz değil midir? Kamu düzenini sağlaması gereken polis benim gözlerimin önünde TOMA'daki suya biber gazı ya da benzeri bir maddeyi karıştırarak evlerinin balkonunda eylemi takip eden halka su sıkmıştır.

Yapılan açıklamalara göre biber gazında bulunan kimyasalı kimyagerler laboratuvarda özel giysilerle böcek ilacı yapımında kullanmaktadırlar ve bu gazın tıpkı nükleer gibi gelecek nesillerde etkilerinin görülmesinin söz konusu olabileceği tartışılıyor.

Anlamadığım burada genel sağlığı ve düzeni bozan kim peki? Gerçekten "HALK" mı?
Gözlerimin önünden tazyikli su nedeniyle baygınlık geçirmiş ve ambulansın girememesi nedeniyle tıp öğrencilerinin kollarında taşınan bir genç kız geçti, Ankara'da, İstanbul'da arabayla insanlar ezildi, kan kaybından öldüğü söylenenler, ağır yaralı hayat mücadelesi verenler var. Hatay'da bir genç başına aldığı darbeler nedeniyle öldürüldü. İyi ama dövüş sporlarında bile başı hedef almak yasaktır. Bunun için uzaklaştırma, maç cezası vs. verilir. Biz neden bu polisi uzaklaştıramıyoruz. Esnafa sığınan eylemciler biber gazı atılarak dükkanlara kapatıldılar. Yetmedi tıbbi müdahalelerin yapıldığı dernek binalarına da biber gazı atıldı. 

Bunun kamu düzenini korumak olduğunu kim söyleyebilir?

Dahası da var!
Halkı koruması gerekenler adeta güçlerini deniyor, bilfiil halkla savaşıyorlar. Yönetim tehditler savuruyor, milyonları 3-5 çapulcu olarak nitelendiriyor. Milyonlar zorla evde tutuluyor... İç problemle değil dış gezilerle ilgileniliyor. Hiç bir şey yokmuş gibi davranılıyor, yapılan hatalara göz yumuluyor.

En azından şimdilik!

Sosyal medya da söylenenlerle birlikte, sağduyuyla etrafımıza baktığımızda ve akılcıl yolla düşündüğümüzde olayları anlamamak imkansız.

Yıllardır bu halkın işine çok fazla karışıldı.
Kadının saçından, başından tutunda, karnındaki bebeği doğurup doğurmayacağına, çocuk sayısına, etek boyundan dudağına sürdüğü ruja, saç rengine, 4-5 yaşındaki çocuğun oyun hakkına, zorunlu eğitime, önü alınamamış nedenlerin sonucunda üniversiteye hazırlanan gençlerin hayallerine, sınavlarda ortaya çıkan şaibelerle giydiği kıyafetten evinin anahtarına, kulağındaki küpeye kafasındaki tel tokaya, alkol alma zamanına, yediklerimizdeki GDO'yla, ihraç etle, domatesle genlerimize, cinsiyetlerimize; tercihlerimize, heykellerimize, sanatımıza, HES projeleriyle, Nükleer Santrallerle havamıza, suyumuza, yaylamıza, denizimize, taşımıza, toprağımıza... derken son noktada gezeceğimiz parka ve gölgesinde oturduğumuz ağaca...

Halkın bugüne kadar söylemediği, Gülse Birsel'in yazdığı ve benim de teyit ettiğim bir şey:

EEEE YETTİ BEE !!!

Portakal ve biber pazardaki tezgahta, dalında ağaçta, bostanda güzel! Havadaki gazda ya da patlamış kovanda değil. İyisi mi Portakal orada kalsın, bizlerde insanca yaşanacak güzel günlerde...

9 Eylül 2013 Pazartesi

Çokta zor değil…



Siz hiç kafasında koca koca fanuslarla gezen insanlar gördünüz mü?
Bir camın arkasından verilenlerle yetinmeye çalışanları mesela…
Ya da yetinmek gereği hissetmemeleri gerekirken kendilerini bunun için zorunda bırakanları...
Fanusa sığınanları…
Görmüşsek de bazen anlamayız onların fanuslarla gezdiklerini...
Farketmeden kendi yansımamıza bakarız ve aslında Narkissos gibi kendi siluetimize aşık oluruz…
Ya da parlayan güneşin ışığında fanusun arkasındakileri görmeye çalışır ve daha parlak olan bir çift göz görürüz.
İstemeden ya da belki çok istediğimiz için güneşten bile daha çok ısıtıverir içimizi o gözler…
Sonra birden üşümekten korkarız…
Çok üşümekten…
Tekrar yansımamızla baş başa kalmaktan öylesine korkarız ki…
Güneşi bahane edip başımızı yere eğer bakmayız; o bir çift göze…
Korkarız…
Kaybetmekten..
Üşümekten…
Yalnız kalmaktan…
En çokta çok sevmekten ve sevilmemekten…
Oysa bu korku daha da yalnızlaştırır bizi…
Terkederken bir fanusu ve bir çift gözü…
Kalbini, nefesini ve ruhunu hapsederiz…
Tıpkı diğerleri gibi…
Hep olduğu gibi…
Oysa çok kolaydır:
Onun yapamadığını yapıp fanusundan kurtarmak ve sıkıca sarılmak yetecektir…


6 Eylül 2013 Cuma

Coğrafya kaderdir.[1]


Yıllara meydan okuyan Anadolu’m da kaderime ortak çıkan milyonlarca insan var.

Ne garip…

Oysa milyonların içinde zaman zaman yalnız hissediyorum kendimi.

Son zamanlar hariç tabii…

Eylemler, söylemler, eller kenetlenince birbirine, yalnız olmadığımı hissettim ve hâlâ güzel şeylerin olduğunu gördüm güzel ülkemde. Kötülüklere inat Tanrı’nın umut dağıttığına şahitlik ettim. Ama burada durmalıyım. Çünkü konumuz tam olarak bu değil.

Konumuz yazı, insan ve kader arasındaki ilişki…

“Düşününce, yazı pek de doğal bir şey değil. Büyük büyük atalarımızın icadı. Yani uçmak gibi doğamızda olmayan bir şey ve tıpkı uçmaktan korkulduğu gibi yazılardan, yazı yazandan da korkuluyor.” (Serenad)

Komik değil mi? Ama durun! Size daha komik bir şey söyleyeyim:
Artık herkes “yazıyor”.

Twitter’a, Facebook’a ya da özel bloglara…

Yazıyor mu? Yazıyor.

Artık herkesin kaderi yazmak, anlatmak, içini dökmek, sesini duyurmak:
Geçmişten geleceğe…

Her harfle birlikte korkunun üzerine gidiyoruz adeta ve yazmaya öyle ya da böyle devam ediyoruz. Ya da belki kanıtlanamamış bir doğanın, içten gelen bir güdünün esaretinde yapıyoruz tüm bunları. Kalemi ya da bilgisayar tuşlarını hissettikçe parmak ucumuzda, en keskin kılıçla ovalara dökülen şövalyeler gibi asilleşiyoruz kendi içimizde…

Böyle olunca da hiç bir şey yazının gücünü inkâr ettiremiyor: Kilometrelerce uzak kentlerde, köylerde, kasabalarda yaşayan insanların fikirlerini, hayallerini, kelimelerini ellerimizde tutuyoruz.
Ya da görmediğimiz, duymadığımız ama bildiğimiz, inandığımız Allah’ın kelamını “para”yla satın alıyoruz evlerimize…

Ahh gözünü sevdiğimin kapitalizmi; sen nelere kadirsin.

Kitaplığımda beni bekleyen bir dostla buluştum geçenlerde… Kilometreler kadar uzak ama kelimeler kadar da yakın bir dost, bir hoca, bir idolle… Zülfü Livaneli’yle… Serenad’ının 367. Sayfasında yazı ve insan ilişkisiyle ilgili bir şeyler anlatmıştı ve bende bunları düşündüm işte.

Kaderimi paylaştığım şu topraklarda, denizlerde ne çok şey olduğunu ve bilmediğimi öğrendim. İnsafsızca insanların nasıl ölüme terk edildiğini okudum ve şaşaladım kaldım işte. Sonra dedim kendi kendime:
Ey benim güzel ülkem…
Güzellik uykusunda güzelliğini kaybeden yegânem... Ne hikâyeler yatarmış derininde de biz bilmezmişiz. Meğer bereketli olasın diye kaç insanın kanına gözyaşı karışmış.

Ahh ahh… İçim hâlâ buruk okuduklarım yüzünden.

Dinleri, dilleri, milliyetleri fark etmeksizin kaç genç kız ve oğlan hayallerini, umutlarını gömmüş Anadolu’nun çorak topraklarına biz bilmeden…

Ve daha nice Ali’ler, Ethem’ler, Mehmet’ler, Abdullah’lar, Can’lar gömülüyor senin bağrı yanık, suya susamış topraklarına... 

Biz güzelliğinin uykusunda sarhoşken…




[1] İbn-i Haldun

Tahterevalli...


Her insan ömründe bir kez de olsa tahterevalliye binmiş ve aşağıda olmanın ağırlığı ile yukarıya çıkmanın heyecanını tatmıştır. Küçüklüğünde benim gibi çiroz olanlar hep yukarıda olup çaresizce aşağı indirilmeyi beklemişlerdir. Bu da ancak tahterevallinin öteki ucundakinin egosu tatmin olduğunda mümkün olmuştur.

Benim için bu oyun pek uzun sürmedi.

Ne zaman ki aklım erdi, işte o zaman kendimi toprak zeminde buldum. Çünkü attım kendimi yerlere… Dayanamadım çaresizliğe ve yerimden kalktığım gibi atladım toprak zemine, gerisini, yarasını, beresini düşünmeden hem de.

Bilirsiniz, bu oyun tek başına oynanmaz, eh haliyle bıkıp yere atlayınca bir anlamı ve heyecanı da kalmaz. Sizi bilmem ama benim sonlarım hep aynıydı: Sıkılırdım. Yukarıda olmaktan! Oyuncak gibi aşağı yukarı oynanmaktan, yere değecekken ayaklarım ümidimin kırılıp yukarı çıkmaktan…

Bir nevi çaresizlik gibi gelirdi, atardım kendimi toprak zemine, yaralarımla, berelerimle adeta önemli bir savaşı kazanmışçasına, içimde zafer naraları atardım: Bu oyunu bir yere kadar yönetebilirsin!

Dizlerim, ellerim kanardı ama niyeyse kendimi daha iyi hissederdim o zamanlar. Başarmış gibi… Kazanmış gibi… Oysa bu oyunun kazananı da yenileni de hiçbir zaman olmazmış, büyüyünce anladım.

Garip bir oyuncakmış bu tahterevalli: Atlamadan inebilmeniz ve her iki taraftakinin canının yanmaması için aynı anda ve düzlemde inilmeliymiş. Tabii binmek içinde aynı kural geçerliymiş.

Evet, büyüyünce anladım!

Garip şey şu çocukluk: Hiçbir emek sarf etmeden göklere çıkmayı hazmedemeyip yere atmak yerine şimdiki aklım olsa orada olmanın keyfini sürerdim.

Hayatta öyle değil mi?

Bir tahterevalli!

Bir şeylerin en üstüne çıktığımızda öyle hafifliyor, azalıyor ve küçülüyoruz ki oraya bizi çıkaran onca ağırlığı, zorluğu, emeği görmezden geliyoruz. Korkmuyoruz sanki kaybetmekten, popomuzun üstüne olağan ağırlığımız çarpı hızımızla yere çakılmaktan hiç korkmuyoruz. Oysa ne fenadır o yere düşüşler. Bir başkasının iradesiyle gerçekleşir ve kaçmak için hiçbir yeriniz yoktur. Düştüğünüzde midenizin ağzınızdan fırlayacakmış hissiyle kalp atışlarınızdaki hız ve gözlerinizin yuvalarını zorladığı, betsiz benizsiz yüzünüzden korku okunmaktadır.

Her şey aniden bitmiştir!

Ama düşme sayınız arttıkça çözümler üretirsiniz. Bu sayıyla birlikte boy atar, kilo alır, güçlenirsiniz. Ve bir gün yine düşürülürken ayaklarınızı iki yana indirir ve oyunu, düşmeden, ayakta bitirirsiniz.

Şimdi anlıyorum ki iktidar savaşına girip aşağı yukarı derken büyümüşüz ve şimdi tüm sistemlerin altında kalıp yüceltmişiz onca şeyi.

Şimdi kalkıp gitsem, bıraksam bu oyunu, salıncağa kurulup tek başıma göklere çıksam, kendi gücümle…
Ne olur o tahterevalliye?

Gökte takılı kalmayacak ya beri ki?

O da iner elbette…


Oburum!


“Doymak bilmez bir çocuk gibiyim; yetinemiyorum. Islığım, bütün şarkıları aynı anda çalmak istiyor; uçurtmam, kâinatın bütün semalarında birden uçmak…” Can DÜNDAR

Külahımda iki top dondurma istemiyorum. Çikolatalısından çileklisine, karamelinden böğürtlenlisine hepsinden ikişer tane olsun istiyorum.
Her şeyde her yerde olmak, ama olduğum yerde de kalmak istiyorum. Şu vitrinden gömleği, bu vitrinden ayakkabıyı, üst kattan elbiseyi, alt kattan beğendiğim takıları almak istiyorum.

Arabam eskidi. Şöyle son model, yüksek beygirli sıfır bir araba almak istiyorum. Ayda bir bizimkilerle yaptığım maçta tuttuğum takımın son çıkan formasını, ayağımda marka kramponumu giymek istiyorum.
Onu istiyorum, bunu istiyorum, şunu da istiyorum, aaa bu yeni mi, nerden aldın, ay dur ondan da alalım, oğlum ne zaman aldın bunu dur bizimkilere söyleyeyim bana da alsınlar…

Ne kadar tanıdık cümleler değil mi?

Farkında mısınız ne kadar da obur olduk kendimizi ayna da görmeyeli.

Aynaların sırlarını yolup kendi dev aynalarımızı icat ettiğimizden beridir nice olduk?
İkinci ellere dudak büker, bir giydiğimizi bir daha giymez olduk.

Dahası işimiz oldu mu arar, bitti mi hal hatır sormaz olduk.

Konturum yok deyip ayda bir 3 kuruşa mektup atan atalarımıza burun kıvırır olduk.

Kilometrelerle değil de özlemle ölçülen aşklarla dalga geçip, eski aşklara ex deyip, pistlerde göbek atar olduk.

Karabaşı, boncuğu, mavişi aileden sayıp öldüğünde yas tutmak yerine, öldüğü gün yenisini alıp işkenceci olduk.

Ne olduk biz böyle?

Ne zaman olduk bu kadar da tükettik bunca şeyi?

Ne zaman giydiğimiz pantolon, gömlek kadar oldu değerimiz, kullandığımız telefonla mı arttı niteliklerimiz?

Evimizdeki kanepenin, masanın ne zaman kölesi olduk da onların bizi taşıyacağı zamanda onları taşımaktan bel fıtığı olduk?

Bunca olmazlıkta tasarrufu şarkılarda mı bulduk?

Bir cümleden 5 dakikalık şarkılarla hasreti, umudu, hüznü anlatır olduk.

Doymadık!

Kelimelerden harfler yuttuk.

Bunca tüketirken tükendik, ama yine de doymadık.

Zamandan tasarruf edelim derken trafikte, bilgisayar ve televizyon başlarında mahsur kaldık.

Samimiyeti yetiremeyip maskelerle doldurduk duvarlarımızı.

Biz iyice obur olduk.

Tükenirken tükettik, tüketirken tükendik.

Bir türlü doymak bilmedik.

Ve şimdi tükenmemek için direnirken farklılaştık, garipsendik.

Yok artık, hadi canımlarla kendimizi yeni bir tür kabul ettik.

Yanlışla doğruyu karıştırıp acaba dedik.


Kendimizi kaybettik.

Toz tutmuş kelimeler...

Bazı kitapları okumak zorunda bırakılırız. Bazılarını da okumak isteriz.
 Okumak istediklerimiz bizleri ya hiç bilmediğimiz raflarda ya da çok bilindik kitaplığımızın bir köşesinde dost misali beklerler...
Tıpkı çok beklettiklerimiz gibi onlarda zamana karşı koyamazlar!
Güneş ve toz zerreleri, zaman tebeşirinin dost yüzlerine çizdiği çizgiler gibi sarartırlar sayfalarını. Yumuşacık bedenleri kurutan tecrübe misali kurur ağaç parçası yapraklar. Zaman, ayırır yaprakları tutkalından. Geçen zamana inat açmak istersiniz kapağını, doyasıya çekmek istersiniz kelimelerini içinize. Oysa zaman bu dostunuza da dostluğunuza da pek insaflı davranmamıştır. Akreple yelkovanın oynadıkları ebelemece oyununa takılmadan okursunuz tüm kelimeleri tek tek.
Bugüne kadar neden beklediğinizi sorgularsınız. Kitabı her elinize aldığınızda söylediklerinizi anımsarsınız:
Daha zamanı gelmedi!
                Zamansız öten horozlar misali zamansız okunan kitaplar da sevilmez çoğu zaman. Çok isterdim eğitim hayatında bir elimin parmağını geçmeyecek öğretmenlerim yerine her birinin okumayı tercih edebileceğim kitaplar sunmasını. Kendi kitaplarımı seçebilmeyi…
Kim bilir belki o zaman daha mutlu olurdu kitaplığım.
Bunca zamanda çok şey okuyup öğrendim diyemem, bunların kat be katı raflarda gizemle bekliyor ama boşa okumadım diyebilirim gönül rahatlığıyla. Ne öğrendiğimi bilmedikten sonra kitap okumamın ne yararı var ki?
Dünyanın en güzel çocuk kitaplarından birini daha birkaç ay evvel okudum.
Küçük Prens!
Boabab ağaçlarını yeni öğrendim. Evcilleşmeyi, evcilleştirmeyi… Evcil kelimesinin sorgusunu henüz yaptım. Adli soruşturması içimde yıllarca sürecek bir muhakemeyi henüz başlattım. Bencillikle evcilleşememe arasına ince bir çizgi çizmek için kollarımı yenice sıvıyorum.
Düşünüyorum da bu kitabı 10 yaşımda okusaydım okumamı geliştirmekten öteye gidebilecek miydim acaba?
Bana kalırsa hayatımız, oyun oynama ve kitap okuma oranlarımızın değişimi temelinde yükseliyor. Her “çocuk değilim, büyüdüm” nidaları attığımızda ne denli çocuk olduğumuzu kanıtlıyoruz.
Yeni okunmuş 100 küsur sayfalık kitap ya da bazen 5-6 sayfalık kısacık bir hikâye tüm hayatınızı değiştirmeye yetebiliyor.
İnsanlar: Bir cümleyle dünyaları değiştirebiliyorlar…
Kurdukları cümlelerle kendi dünyalarını değiştirebiliyorlar mı?
Bütün çabamızda bu sanırım, bir gün beğenmediğimiz bu dünyayı değiştirmek.
Neden mümkün olmasın ki?
Cümle kurmaya ve o cümleleri okumaya devam edelim. Elbet rüzgârın uğuldayacağı bir ruh vardır!

Sizi uzun zamandır bekleyen bir kitap seçin raftan, henüz okuma vaktiniz gelmemişse bile bunu yapın. Açın kapağını ve kokusunu içine çekin, parmaklarınızı sayfalarında gezdirin, hissedin, o size zamanını söyler.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Bir sonbahar yürüyüşünden izler...


Önce sesleri duydu, ardından damlalarla göz göze geldi. Pencere de bildiği bir siluetti yansıyan görüntüsü. Her şey yeni bitmişti ve her şey yeniden başlıyordu, bu soğuk, yağmurlu sonbahar gününde. Burnuna ilişen ve tüm beyin kanallarını saran kahve kokusuyla uyanmıştı. Eski dedikleri, geçmişte, bu camın arkasında kalmıştı.

İyi gelecekti kahve, her şeye… Bu kokuda yalnızca çocukluğu vardı. Şimdiden huzurla dolmuştu içi. Teknolojinin nimetlerinden yararlanma vakti çoktan gelmişti. Pc başına geçip bir şeyler dinlemeliydi. Tüm bu yaptıkları ne kadarda garipti. Kahveyi sevmez, yağmurlu
havalardan hiç mi hiç hoşlanmazdı, müzik desen aramazdı. Şimdi bunlara ihtiyaç duyuyordu ve işin ilginç yanı bunlar ona iyi geliyordu.

İç geçirdi.

Sokakta ıslanmamak için koşturan insanlara baktı, el ele vermiş yağmurun tadını çıkaran sevgililerin olmayışına koca bir iç geçirdi, artık sevgilisinin olmayışına da. Bu iç çekişin içler acısı yanı; artık sevebilmek kavramına olan güvensizliği oldu.

Bir daha sevebilecek miyim, diye geçirdi içinden. Hiç o kadar heyecanlanabilecek miyim? Küçük bir kız çocuğu olacağım zamanlar geri gelecek mi? Bu soğuk tenimi, iliklerime kadar donacağım soğuklarda sıcak basacak mı? Yanaklarım kızaracak mı yeniden?

Geçecek değil mi? Hepsi bitecek. Tüm bu can yanıklarım, hepsi son bulacak değil mi?

Yeni kararlar almak güzel, ama uygulayabilecek gücüm kaldı mı?

Hadi amaaa… Toparlanmak zorundayım. Hem ben o kadar da güçsüz biri değilim.

Yaşanması gerekiyordu ve yaşandı.

Hepsi bu! Bitti, gitti bile.

Sahi bitti değil mi? Gitti artık hayatımdan.

Meğer yokken bile ne denli hissedilir bir varlığa sahipmiş, nasılda bir anda nüfuz edivermiş aldığım nefese bile. Ondan bu kadar yanıyor ya zaten canım. Her nefes alışımda ciğerlerime cam kırıkları batıyor sanki. Damarlarım daralıyor, kalbime ulaşması geren kan gitmiyor, göğüs kafesim, kaburgalarım zorlanıyor, aldığım nefes bile haram, zıkkım oldu.

Ama geçecek hepsi, bitecek. Güzel günler yakın.

Bir sonbahar yürüyüşü; hava toprak kokuyor. Birkaç kitapçıya uğrayıp saman yapraklı kitap kokularını da içime çektikten sonra bu yürüyüşüme bir ara verdim. Çok kısa bir anda takılıverdi gözlerim pencerenin birine. Her şeyin bir nedeni olmalı diye geçirdim içimden. Bu banka oturana dek kim bilir neler yapmıştı. Şu an için onu izlediğimi gördüğünü sanmıyorum.

 Tam olarak bu yazdıklarımı mı düşündü bilemiyorum. Ama düşünmüş olacağını düşündüğüm şeyler hemen hemen bunlardı. O an çantamdan çıkardığım ve avuçlarımda tuttuğum tiyatro biletleri beni memnun etmeye yetiyordu. Bir yıl kadar önce kafaya koyduğum, “En olmadı İstanbul’a gider izlerim.” dediğim oyun, şansımın yaver gitmesiyle ayağıma kadar gelmişti ve evet, müzikal biletleri benim sevincimin tavan yapmasına yetiyordu. Belki de onunda böylesi küçük bir şeye ihtiyacı vardı.

Zamanlamasını çözemediğim anlar var: Tanrı’ya doğrudan ulaştığım anlar. Sizinde olmuştur böyle anlarınız. Sanıyorum öylesi bir andaydım ve gözlerimi kapatıp bir dilek tuttum.

Oluverdi. Birden.

Gözlerimi açtığımda göz gözeydik. Mutlu mu olmalıydım, mutsuz mu bilemedim önce. Evet, doğru düşünmüştüm. Bu gözler canı yanan birine aitti. Ne yapabileceğimi düşündüm.

Onun için ne yapabilirdim ki o kısacık anda.

Sıcak ve samimi bir gülümseme…

Yapıp yapabildiğim en iyi şey bu sanıyorum. Kocaman, umut dolu bir gülümseme…

Hayat her şeye rağmen devam ediyor ve çokta fena sayılmaz, gül hadi…

Başarmıştım. Gülüyordu. Belki de Tanrı’nın onu unutmadığını hatırlatmıştım…

Önce şaşırdı ve sonra o da gülümsedi. İşte bu kadar kısaydı.

Kahve kupasıyla bir şerefe, başlarımızın göz kapaklarımızla aşağı yukarı yaptığı o senkronik selamlaşma hareketi…

Sonrası yok…

Belki ardımdan birkaç dakika beni izleyen ya da gözlerini göğe çeviren bir yabancı…

Yıllarımızı paylaştığımız insanların bile bazen veremediği samimi, içten, sımsıcak bir gülümseme…


Anı paylaşan iki yabancı…

3 Eylül 2013 Salı

Değmeyin keyfime…


16 Haziran 2012

Bu yazıyı siz okumadan çok önce yazıyorum!

Bu satırlar okunurken ben çok uzak diyarlarda olmasam da muhtemelen yepyeni bir sayfanın ilk harflerini bilindik bir kalemle karalıyor olacağım.

Fonda Mabel Matiz ve ben son birkaç gündür yeni günlerimde değil eski günlerimde yaşıyorum. İçimde bir burukluk, omuzlarımda gereksiz bir yorgunluk, aklımı kurcalayan onca soru ve bunlara rağmen kafamı meşgul etme çabalarım…

Şehir giderek ıssızlaşıyor!

Ben de gidince hepten yalnız kalacak anılarımız. Sokaklarda yeni ayak izleri var ve ben eskilerini bulmak için çırpınıyorum. Bu yazıyı bu denli önce yazıyorum çünkü sonra zamanımın olmamasından korkuyorum.

Yine toplanacak tüm eşyalar…

Duvarlarımda anılarımın toz tutmuş rengini yıllardır çıkarmadığım posterlerden anlayacağım. İnsanın sökesi gelmiyor o posterleri. Gözüm kitaplığa ilişiyor. Ne kadar da çok kitap var. Tozlarını geçtiğimiz yıl almıştım. Tam 3 koca günümü almıştı her birini tek tek temizlemek, ardından yaşadığım alerji krizinin süresi de cabası… Bunca kitabı kaldırmak zor iş! Kim uğraşacak şimdi bununla? Hıhh… Küçük bir tebessüm: Alaylı ve özlem dolu… Odama her gelenin kitaplığıma hayran kalıyor olmasına karşı şimdi yüzümde kalan bu. Hepsini okusam içim yanmayacak.

Evdeki odalar bir bir boşalıyor, sesim boş koridorda yankılanıyor ve ben gidiyorum. Yıllardır gideceğimi bilmeme rağmen çokta metanetli olamıyorum. Gaip bu sefer galip gelecek ve eskinin sesi kulağımda… Şimdi her şey bir anı… Oysa bu evde ne çok şey yaşandı. Geldiğim de bir çocuktum ve şimdi koca bir kız oldum.

Tilki misali dönüp dolaşıp geldiğim yere geri dönüyorum ama ne ben artık eski benim ne geldiğim yer eskisi gibi… Her şey gibi o da değişti. Yıllardır gidenlerin ardından bakan ben, şimdi temelli gidiyorum.
Yüreğime onca şeyi sığdıramadan hem de…

Yüreğimizin bedenimizden büyük olduğunu söyleyen bir dostun kazanıldığını hatırlayıp aynı alaycı gülümsemeyi takınıyorum. Bu şehre gelirken o ve onun gibilerin kazanılacağını hiç hesaba katmayan o küçük kızla dalga geçiyorum şimdi. Ve sanırım artık gerçekten gidiyorum.

Ne çok hayata dokundum şu küçücük şehirde…

Şimdi anlıyorum ki olay mekânın darlığında değil bizim mekânı dar görüşümüzdeymiş. Taşı toprağı altın olan İstanbul, Ankara, İzmir değilmiş de içindeki dostlarmış, insanlarmış aslolan. Gittiğimde tanıdık çehrelerin koşar adımla açacağı kapının arkasına gizlenmenin hayaliymiş altın değerinde olan. Marmaris’te 5 yıldızlı otel keyfi yerine bir hoş sohbetle Türkçemize yeni kelimeler kazandırabilmenin dayanılmaz keşfiymiş toprak gibi bereketli olan. 

Damağımda unutulmaz tadı bırakacak olan Amasya’nın elması, Antep’in Katmeri, Rize’nin çayı, Kars’ın hiç tatmadığım kaz eti değil artık.

Çıkacağım yolculukların ucunda bekleyen o şimdinin eski dostlarına kavuşmanın yerinden fırlayacak heyecanıymış kalbimde atacak olan. Islatacağız derken ıslanmak ve yine ıslanmanın hayalini kurmayı öğrenmem gerekliymiş. Hiç türkü sevmeyip de bir bağlamanın sesine hasret kalmam gerekliymiş. Hatta ara ara sıkılıp “Ver şu bağlamayı da ben çalayım, sen unutmuşsun görmeyeli” diyebilmenin dayanılmaz samimiyetindeymiş her şey... Köfteyi, kediyi, karameli, tahini, pekmezi, bacım kelimesini ve daha nicesini sevmeyip, bunları sevebilmenin sevdiğin insanlara lakap yapmaktan geçtiğini düşünmekmiş. Ve evet, Ah bu şarkıların gözü kör olsun demeliymiş.

Velhasıl-ı kelam, bütün bu kelimelere sığdırılamayan yılları doyasıya yaşamamız gerekliymiş. İçim de bu günlere özlemle yaşayacağıma ve bugünlerin emekçilerinden her biri telefonumu çevirdiğinde, kapımı çaldığında ağzımın kulaklarıma varacağına dair bir his var.

Öyle de olacak, eminim.

Çünkü daha geldiğimin bilmem kaçıncı ayında öğrendim: İnsana sarılmak kadar samimi bir selamlama yokmuş. Kucaklamak: Birini her şeyiyle kabul etmek kadar samimi, eksik kalbinin yanında, hemen sağında bir başka kalp atışını hissetmek kadar anlamlı her şey, ne kadar eksik olduğuna bakmadan, tamamlamaya çalışmak ve tamamlanmak için her bir canı canına katmak… Kucaklamak, birilerini her şeyiyle kabullenmenin, iyisini âlem içinde gururla söyleyip, kötüsünde dahi tek yürek olduğunun ve bunu ömür boyu kalbinin hemen yanında, sağ tarafında taşıyacağının en riyasız taahhüdüymüş…

Pek çok kucak açtım ve pek çok kucaklaşmada canıma can kattım. Zamanı geldi artık, şimdi yüreğimin hiç önüne bakmayacağını hesaba katarak ardıma bakmadan gideceğim. Oysa itiraf etmeliyim; kucaklaştığım ve sağ yanımda hissettiğim yüreklerde çok ama çok şey gördüm. Bazen kocaman odalarında kaybolurken bazen sığmayıp müsaade istedim, bazen de orda hep bir yerim olsun diye didindim durdum. Şimdi dönüp bakıyorum da kimler kimler geldi ve kimler kimler kaldı benim şu naçiz yüreğimde…
Yüreğim şimdi daha ağır, daha güçlü ve daha büyük…

Bir veda olduğu doğru… Ama bu, ne onca insana ne de şehre, tüm gidişim eskiye ve tüm varışım eskiyecek bir yeniye… Kafama estiği gibi biletimi alıp güzel ülkemin dört bir köşesinde çalacak kapılarım var ya artık.

Amaaaaan …

Değmeyin keyfime… 

Hırsız(lar) aranıyor!


  “Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın çeşitlemesidir... Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.

Kendisine ait olmayan bir şeyi alan insan, bu ister bir can olsun isterse bir dilim nan(ekmek) adiliktir.  Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur…”
 (Uçurtma Avcısı-Khaled Hosseini)

Geride küçük bir kırmızı balığı bırakıp bırakmadığımı görmek için aynı yerde onu arıyorum. “Sana kitap alırsam okur musun?” sorusuna umutsuzca “Okurum desem alacaksın sanki.” diyen o küçüğü arıyorum. Dakikalarca peşimde koşturduğum insanların “Arama artık şu çocuğu, çoktan gitmiştir.” demelerine rağmen sokak sokak aradığım o çocuk…
Kim bilir nerede şimdi?
Yere düşürdüğü demir paranın ayağıma kadar yuvarlandığı o anı ve başını kaldırdığında karşısında gördüğü kitaba nasıl baktığını unutmadım. Umudun tekrar yeşerdiği o an… Aynı heyecanı, şaşkınlığı, yine aynı sokaklarda arıyorum.
Çocukluklarını çalanları arıyorum ve kim olduklarını çok iyi biliyorum! Sanki hiç çocuk olmamışlar gibi davranan o kocamaaaan insanları hayretle izliyorum.

Çocukların ruhlarını konserveleyip raflarda satışa çıkartan o sözde insanları arıyorum.

Çocuklukların, çocukluklarımızın hırsızlarını arıyorum.

Farklı bir dünya değil, olması gereken dünyayı istiyorum.

Sokakta eline tutuşturulan mendilleri satmaya çalışan o çocukları daha farklı düşünmek istiyorum.                   
Yalvarırken değil gülerken görmek istiyorum her birini…


Dünyadaki tek günahın, günahkârlarını arıyorum.

Yanlışlıklar komedyasında karalanmış bir karakterim onlar gibi ve benim hayatımda da pek çok eksik var. Herkesinki kadar gedikler var ruhumda… Ama hiç biri bir çocuğun sesindeki tipi kadar şiddetli değil. Hiçbir eksik bir çocuğun sessizliği kadar soğuk ve ürkütücü değil. Hiçbiri çocukluğumu çalabilmiş değil.
Peki, ya çocuklukları çalınanlar?
Dünyanın en büyük ve bana göre tek günahının mazlumları onlar. Bu yüzden, bu yükü taşıyamayacak kadar eksikler…
Bugün, pek çok çocuk, koca koca adamların aldığı savaş kararlarına doğuyor ve o çocuklar savaşla büyüyor. İçlerinde bir yerlerde hep o barış dedikleri şeyin eksikliğini tamamlamaya ve huzurun ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Ama çalışmanın ötesine gidemiyorlar. Elleri, yüzleri, en çokta gözleri kir pas içinde… Güneşe değil de bombaların kararttığı gökyüzüne uyanıyorlar, her gün. Kuş sesleri değil, kurşun sesleri vızıldıyor kulaklarında. Yeşil, mavi, sarı, turuncu… Hiçbiri yok onların gözünde.
Siyah, beyaz, gri var!
 Büyüdükçe siyaha çalan, derinleşen, kaybolan ruhları var. Hiçbir saklambaçta ebelenmiyorlar. Derine saklandıkları için değil, unutuldukları için… Ebelemeyi unuttuğumuz için…
 Sonra o çocuklar büyüyor. Hiçbir çocuğu tanıyamadan! Hiç çocuk olamadan!
Mütemadiyen ve çeşitli hikâyelerle sokaklarda, televizyonlarda, gazeteler de ve daha pek çok yerde gördüğümüz çocukların hayatı çalınırken, ne kadar günahsızım diye düşünesi geliyor insanın. Şu Nisan ayının 23’ünde ağzında koca bir kahkaha dolusu mutluluğu saçarken hayal ediyorum her birini… Nice çocuk bayramı kutlayacağımız günleri düşlüyor ve renk cümbüşünün içinde buluveriyorum kendimi.  Sadece bayramlarda değil de tüm doğan günlerde çocuk bayramlarındaki gibi daimi mutluluk ve huzurun gelmesini diliyorum, her yıl. Ve her yıl, tekrar tekrar bu dileğimin ulaşmadığı çocukları görüyorum. Tıpkı o Ankara sokaklarında umudunu kesmiş isimsiz kahramanım gibi...

Hırsızları arıyorum!
Saklandıkları tenhalarda küf tutmuş, ağ bağlamış HIRSIZLARI…

NEREDE OLDUKLARINI BİLEN VAR MI?

Kırmızı balıklar, neredesiniz?



Sınır…

Bu kelime nedense hep yasaklanmış hayatlar sürdüğümüz izlenimini veriyor bana.
Sınırlı hayatlar, hayallere vurulmuş prangalar, huzurun terk ettiği insanlar… Zihnime kötü resimler çiziyor. Uzun zaman önce okuduğumda hayatımı kökten değiştiren İran asıllı Behrengi’nin anlatmak istediklerini ve her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkılan Küçük Kara Balık’ın hissettiklerini düşünüyorum.  Annesinin ardı sıra her gün ava çıkan, dolaşan Küçük Kara Balık, bir zamanlar umutları ve hayalleri olan anne balığa on bin yumurtadan arda kalan tek yavruydu. Bir süredir keyifsiz olduğunun annesi de farkındaydı, fakat ses etmeyip, geçer ümidiyle susmuştu. Ve bir gün Küçük Kara Balık dayanamamış, sabahın erken saatinde annesini uyandırıp, o güne kadar kimsenin cesaret edemediği cümleyi haykırmıştı:
-Buradan gitmeliyim.
-Mutlaka gitmen mi gerekiyor?
-Evet anne, gitmeliyim.
-Sabahın bu erken saatinde nereye gideceksin yavrum?
-Yaşadığımız bu su birikintisinin, bu derenin nerede bittiğini merak ediyorum anne. Bugüne kadar çok fazla düşündüm fakat bu soruya bir karşılık bulamadım. Geceleri gözüme uyku girmiyor. Sürekli bunu düşünüyorum. Kararımı verdim anne: Gidip derenin nerede bittiğini öğreneceğim.Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek, bilmek istiyorum.

Anne balık ne kadar yalvardıysa, karşı çıktıysa nafile, Küçük Kara Balık kararını çoktan vermişti.
-Bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünya da başka şekilde yaşamak da mümkün mü?
...

Mümkün müydü dünyada başka şekilde yaşamak, bulabilmiş miydi Küçük Kara Balık sorusunun cevabını bilmem, ama bu hikayenin ardında küçük bir kırmızı balık kalmıştı. Hikayeyi anlatan yaşlı balık uyku vaktinin geldiğini söyleyip de her balık taşının altına girdikten sonra o, uyuyamamıştı. Sabaha kadar denizi düşünmüş ve düşlemişti...

Her defasında sorarım: Küçük Kara Balık kadar cesur musun? Değiştirebilir misin suyunu, gidebilir misin bilmediklerini öğrenmeye? Peki, anlar mı seni, senin en yakınların? Düşündüklerini uygulayabilir misin kendi suyunda, düşünebilir misin insanca yaşamayı ve bunun mümkünatını...

Filmin birinde sevdiği kızın peşinden gidip gitmemeyi düşünen bir gence nasihatte bulunan yaşlı adamın söyledikleri silinmiyor zihnimden:

Cesaret, hiçbir şeyden korkmamak değildir! Korkularının üstüne gidebilmektir.

Yaşlı adam ya da senarist ya da bu cümleyi her kim kurduysa haklı, yerden göğe kadar hem de... Bugüne kadar korktuk ve sustuk da ne oldu? Ne geçti elimize hayal kırıklıklarımızdan başka?

Koca bir "HİÇ" dediğinizi duyar gibiyim...

Ama yanılıyorsunuz!

Her suskunluk her korkaklık sizin canınızı daha çok yakmadı mı? Güveninizi kırmadı mı? Her defasında daha güçlü haykırmak istemediniz mi? Buna hayır diyorsanız, hiç kusura bakmayın ama yalan söylüyorsunuz.

Bizi büyüten acılarımızdı.

21 Aralık 2012 günü koltuğuma oturmuş kafamda bin türlü soruyu cevaplamaya çalışırken Genco ERKAL'ın oyununun başlamasını bekliyordum. Nereye gidiyorsun? Bu soruyu anne balık sorduğunda bilinmezi bulmaya diye cevaplamıştı Küçük Kara Balık.

Peki ben nereye gidiyordum?

Genco ERKAL sahneye çıkar çıkmaz aynı soruyu sordu: Nereye gidiyoruz? Oyunun adını biliyordum elbette: Buydu. Ama bir insan sahneye çıkıp da tüm anlamı gözlerine yükleyip sorduğunda daha ciddi düşünmeye başladım nereye gittiğimi. Nereden geldiğimi çok iyi biliyordum, aslında gitmek istediğim yerleri de...

Ama bir sorun vardı: Hangi yoldan, nasıl ve kiminle?

Çok yakın bir zamanda vermiştim kararımı ve bunun doğruluğunu tartışıyordum kendimle.

Doğru!
Kime ve neye göre? Bugüne kadar hep doğruyu düşündük. Doğru olduğuna inandıklarımızı yaptık ve belki istemeden de olsa doğru insanı aradık. Kendimizin ne kadar doğru olduğunu tartmadan...

Uzun süredir ölmeden önce yapacaklarımı, gideceğim, göreceğim yerleri yazıyorum. Elimden geldiğince de uyguluyorum. Kendi adıma galiba doğru yoldayım, küçük hatalarla... Umarım büyüyerek önüme çıkmak yerine yok olup giderler... Bunu siz de yapın. Bu bir plan değil, bir hayal ekspresi... Sadece duraklarını belirleyin ve kaçırdığınızda üzülmeyin, yeni bir durak olacak nasılsa...

O akşam, izlediklerimin zihnimdeki yansımalarını anlatamayacak kadar büyülendim. Sahne büyüsüne ne kadar inanırsınız bilmem ama hâlâ 20 yaşındaymış gibi bir performansla seyircisini, yaptığı işi, sunduğu oyunu ve oyuna emeği geçenlere verilecek hakkı önemseyen bir oyuncu vardı sahnede. Kişiliğiyle, duruşuyla ve oyunculuğuyla tekrar tekrar hayran kaldım. Genco ERKAL için nereye gittiğini bilen adam desem sanıyorum yanlış olmaz. Aziz NESİN'in 15. ölüm yılına istinaden hazırladığı, ülkemizin nadide sorunlarına mizahi bir dille değinen Aziz NESİN'in güçlü metinlerinin birleştirildiği otantik bir oyun. Bütünüyle eğlenceli ve düşündürücü... Alkışlamaktan ellerimin patladığı, Genco ERKAL' ın oyunculuğuna bir kez daha hayran kaldığım yaşanılası bir oyundu.

Oyun bitip tüm seyirciler salonu terk ettiğinde karanlıkta asılı kalan repliklerden birini sizin için sakladım:

Olgun kişi, nereden gelip nereye gittiğini bilendir!

Çürümekle ham kalmak arasında gidip gelme eyleminde olanlar var benim güzel ülkemde... Şimdi de ben soruyorum:
Nereye gidiyoruz?
Ne kadar olgunuz?
Aramızda denizi düşünen ve düşleyen kaç tane kırmızı balık var?

1 Eylül 2013 Pazar

Herkese yeniden merabalar...


MRB...

Doğada ve biz insanların hayatında her şeyin bir zamanı vardır. Ekin zamanı, hasat zamanı, doğum zamanı, okul zamanı… Şimdi de TİYATRO ZAMANI!

 “Oyun, kültürden daha eskidir.” der Huizinga.

 İnsan, ana rahmine düştüğü andan itibaren oyunu, oynamayı bilen bir varlıktır. Eminim ki herkes küçükken hastalık yalanı oyununu oynamıştır. Her kadın küçüklüğünde evcilik oynayıp, şakacıktan anne olmuştur. Çoğu erkekte bir mahalle maçında attığı tek bir golde kendini ünlü bir futbolcu sanmıştır. Oyunlarımızı ve çocukluğumuzu büyüdükçe ulaşılmaz tenhalarımızda yalnızlığa ve karanlığa terk ederiz. Oysa ne güzeldir küçüklüğümüzdeki oyunlar. 

Hep tadı damağımızda kalsa da kendimizden geçirip adeta yepyeni, sadece bize ait olan bir Dünya sunmuşturlar. Hayallerimiz, anlıkta olsa, ete kemiğe bürünüp bizlerin olmuştur; hiç olamadığımız ve belki de olamayacağımız kadar özgürleşmişizdir. 

Annelerimiz bizi çağırana dek ne büyük şevkle oynanır o oyunlar. Akşam olup yemek vakti geldiğinde, hep “Geç olmuştur” ve eve gidişin ilk resmî adı tiz sesli bir kadının dudaklarından dökülmüştür bile. Neden ve nasıl geç olduğunu, saat kavramını bilmeyen bizler, bir ömrü sahte ve hayali bir bedende tüketmişizdir.

İşte benimde tiyatroya başlamama vesile olan şeyler bunlar. Sizlerden daha farklı değil. İlk izlediğim oyunu hatırlamasam da sahnenin ilk tozunu sizin gibi çocuk oyunlarımda tattım. Sonra da kendimi sahne denen o büyülü yerde buldum. Kendimi ve çocuk denebilecek o yaşlarda kendimce büyük dertlerimi unuttum. Büyüdükçe… Diyemeyeceğim. Çünkü içimdeki çocuk hâlâ yaşıyor. Üniversite son sınıf öğrencisi olmam da bu gerçeği değiştirmiyor. Bundan böyle sizlerle “TİYATRO”yu ve dolayısıyla da hayatı paylaşacağız.

Neden mi tiyatro?

 Koordinatları çizilmiş hayatlar ve hiçbir koordinatla yeri saptanamayan hayatlar vardır. Hiç ummadığınız bir biçimde sınırları çizilmiş zannedilen sahnede çakışabilirler.  Orada hiç olamayacağınız insanlar olursunuz, izlerken belki de hayatınız da hiç şahit olamayacağınız olaylara şahit olursunuz, söyleyemediklerinizi orada söylersiniz ve işitemeyeceklerinizi orada işitirsiniz. “Ne var, sinemada da bunları görebiliriz, kitaplardan okuyabiliriz.” diyebilirsiniz. Hatta “İstediğim zaman filmi durdururum, kitabı bırakırım.” da diyebilirsiniz. Hatırlamak için tekrarlaya da bilirsiniz. İşte tamda bu nokta da tiyatro, hayatı yansıtan bir aynadır. Olmadık bir şey olabileceği gibi, ona, yani tiyatroya müdahale edemez ve onu durduramazsınız. Size yansıtılan bir hayatın verdiklerini paylaşırsınız. Tıpkı hayatın size sundukları gibi… Hayatı olduğu gibi tiyatroyu da geri saramazsınız. Bazen bir gözyaşını paylaşırsınız. Duyulması güçtür ama şaşılası bir hayal gücüyle o gözyaşındaki tuzun burnunuzu yakabilen o kokusunu duyabilirsiniz ve o an yalnızca bir kere yaşanabilir.
         Hayat tüm hızıyla ve olağancalığıyla akarken, bir an durup, dönen dünyaya bakabilirsiniz. Dünyanın sadece döndüğünü değil, o dünyanın içinde yaşadığınızı tekrar tekrar hissedebilirsiniz. 

Shakespeare’in de dediği gibi “İnsanı, insana, insanla, insanca” anlatabilirsiniz.

Gelişen ve değişen dünyamızda maalesef ki benim gibi çok konuşanlara ya da uzun yazılara pek rağbet gösterilmiyor. Zaman kısa filmlerin, kısa boyların, remi(ni)ks şarkıların ve kısa kelimelerin zamanı…

Herkese "tekrar" MRB…

Birazda buradan devam edelim ;)



Sebebine akıl sır erdiremediğim, çokta bilemediğim, daha doğrusu kafa patlatamadığım ve bir süreliğine olacağını ümit ettiğim nedenlerden dolayı artık sanal dergimizi yayınlayamıyoruz. Dolayısıyla bende bir süredir paylaşımda bulunamıyorum... Düşündüm taşındım ve özerk bir blog açmaya böylelikle karar verdim. Belki geç bile kaldım ama malum hayat gailesi, koşturmaca, kafa patlatmaca derkeeennn... Kısmet bu güneymiş:)
Eh daha fazla söze de gerek yok sanırım; desteklerinizi,yorum ve eleştirilerinizi bekliyorum... Sanırım artık sizlerle pek çok şeyi paylaşabileceğim...

ŞİMDİDEN İYİ GEZİNTİLER...